Tuesday, December 12, 2006

baksana bana

Fıskiyeyi ve palmiyeyi medeniyet sanan bir kısım denyoyla aynı vatani hudutlar içinde yaşıyoruz. Etrafa anlamsız fıskiyeler serpiştirip bunu şehir planlamacılığı sanan belediyeler, dükkanlarının önüne plastik palmiyeler koyup zengin gösterdiklerini sanan işletmeciler, bunların hepsi bu toprakların üstünde gerçekleşiyor ne acı. Bu vesileyle kadınların gerekli gereksiz birbirleriyle "canım" diye konuşmalarını da kınıyorum.

Wednesday, December 06, 2006

+18

Hayatım bana kendisini değiştirmem gerektiğine dair mesajlar göndermeye devam ediyor. Hayattaki en büyük risklerden biri risk almamak diye düşünmekteyim. Öyle garip bir edim ki risk almamak, ne kadar risk almaktan kaçarsan, bir gün bir yerde herhangi bir risk alma ihtimalinden koşarak uzaklaşıyorsun ve uzaklaştıkça risksiz hayat her tarafını sarmalıyor ve bir noktaya geliyorsun ki hayattaki tek iç güdün güvence oluvermiş. Yani ne istediğinin, ne istemediğinin, ne sevip ne sevmediğinin hiç bir önemi kalmamış. Sadece sahip olduklarını kaybetmemek üzerine bir hayat kuruvermişsin. Güvenlikli bir sitede evin, tolere edemediğin bir partnerin, tiksindiğin bir işin ve kendi çükümik çevrende inşaa etmiş olduğunu düşündüğün bir imajın/prestijin...Yanlış anlaşılmasın, sadece böyle bir hayatın sarmalında kendini buluvermenin ne kadar kolay olduğunu bu derste hep beraber hatırlayalım dedim. Hele kadın olmak bu sarmalı, özellikle "ailenin bölünmez bütünlüğünü korumak" iç güdüsü de işin içine girince, daha da bir olası kılıyor sanırım.

Neyse istiklal caddesinde çalışmanın en güzel yönlerinden biri, hiç bir şeyin hayat kadar şaşırtıcı olamayacağını düzenli periyodlarda hatırlamak galiba. Mesela dün, illegal bir gösteriyi bastırmayı taze bitirmiş olan çevik kuvvet adlı bir manga polisin hep beraber mandabatmaz'da türk kahvesi içmesine tanık olduk cadde ahalisi olaraktan... O kadar çok polisi bir arada gören halk adlı topluluk da geleneksel " aa polis var olay var hadi seyredelim" toplaşmasını çay bahçesini çevrelemek suretiyle gerçekleştiriyor ve çok komik bir manzaranın oluşmasına sebebiyet veriyordu. Çaylarını yudumlayan polisleri seyreden insanlar...tuhaf ama gerçek.

Thursday, November 30, 2006

Kasım sonu

Papa'nın küfür portföyümüze 1 numaradan giriş yaptığı, maaşların yıl sonu efektiyle kuşa döndüğü, AB'ye hassiktiri çekmemize ramak kaldığı, göçmen kuşların afrikada bir yerlerde takıldığı günlerdeyiz. Aylardan Kasım günlerden 30, bir gün sonra artık kimse kendini sonbahardayız diye kandıramayacak. İlkokul hayatbilgisi ders kitapları her ne kadar anlamsız bir ısrarcılıkla 21 Aralık diye bağırınsa da biz yarından itibaren dürüst bir kışa adım atacağız. En azından ben buna inanıyorum. Havanın kendisi de en az 5 derece soğuma planları yapıyormuş zaten.
Haftanın lafı: Friendship is overrated
Haftanın boktanı: Dondurmam Gaymak
Haftanın füzyonu: Kıymalı sushi oturma

Wednesday, November 22, 2006

günler günlerin ardından

Hani küçücük plastik silindir şişecik içi köpük dolu turşucuk oyunu vardır ya. Hani plastiğin içine yerleşmiş ortası boş minyatür tenis raketi formatındaki aparatı şişeye sokup çıkarıp, ağzımızdan üflediğimiz nefesle oluşturduğumuz köpükleri havaya saçtığımız o nefis oyun...Sanırım yeni bir hayat analojisi keşfettiğimi söylememe pek gerek kalmamıştır...Neyse tam da o köpükçüklere benzeyen renkli ve dinamik açılımlarla dolu hayatımızda yeni olmasa da son zamanlarda daha da çok farkettiğim bir durum söz konusu. Jet hızıyla geçen haftaların kendi içindeki fasit döngüsü. Pazartesi ve Çarşamba'nın söz gelimi, akustik dışında ne gibi farkları olabilir ki,? Neden pazartesileri hiç çalmayan telefonum Çarşamba günü böyle bir canlanma yaşarken, perşembe günü mesela kerhane telefonuna döner? Ve bu telefon neden Cumartesileri garip, tutarsız bir frekans yakalarken, pazarları hep aynı miktarda çalar. Salı ve Cuma arasındaki esrarengiz benzerlik nerden kaynaklanmaktadır? Cuma sabahı neşeli bir tını taşırken, cuma akşamı oluşan o garip hüznün arkasında neler yatmaktadır? Ve neden bu günler ve garip karakteristikleri sanki olağan düzen buymuşcasına birbiri ardına haftalar, aylar ve yıllar boyunca kendilerini tekrar edip dururlar? Bu şartlar altında o zaman, bir pazar akşam üstüsü mesela mutlu olmanın mümkünatı yok mudur?

Sunday, November 19, 2006

bir cuma akşamı senfonisi

Cuma akşamı davetlisi olduğumuz MTV launch party'ye gitmek için yola çıktık. Gece çıkmaya karşı içimde gittikçe artan bir isteksizliğin büyüyor olmasına rağmen, bu kez gidilen mekanın büyük ve ferah, elimizde de kapı gibi VIP davetiyeleri olması ben de gidilebilir etkinlik hissi yaratmıştı. Bir buçuk saatlik bir Cuma akşamı yolculuğundan sonra pırıl pırıl gençlerin organizasyonunda çalıştığı partiye vardık. Bendeki vehamet girişte park yeri gösteren çocukların üstlerinin kalın olup olmadığını, kapıda içeriye girmek için bekleyen gençlerin ebeveynlerinin yanında olup olmadığını kontrol etme boyutuna varmış durumda. Hatta kendimi tutamayıp maksimum 14 yaşında görünen bir çocuğa annesinin nerde olduğunu bile sordum. Öyle bir tiksintiyle baktı ki çocuk bana...Arabada almış olduğumuz alkolün de etkisiyle Emre Aydın ile başlayıp Serdar Ortaç'la son bulan bir coşma olayına da girdiğimizi söylemem lazım. Coşku seli esnasında bir yandan "o kadar da kötü diiliz, hala içimiz geçmemiş bak ne güzel sallıyoruz arabayı" diye kendimi avutmaya çalışıyor, bir yandan da "onbinsenedir aynı eğlence triplerini yapmaktan usanmadın mı, 50 yaşına geldiğinde de mi içkinin dibini vurup salak saçma müziklerle eller havaya yaparak eğlenmeyi planlıyorsun bre gelişme özürlü salak!" diyerekten kendime haksızlık ediyordum. Yolda yeni yetmeler gibi arabayı sallayarak dansederken
trafikte çiçek satmaya çalışan bir çingeneciğin bize bakıp alenen la havle çekmesi de beni biraz sarstı itiraf etmeliyim. Neyse vaka-i MTV'ye avdet etmeyi başardık sonunda. VIP salonu denen yer, küçük bir Türkiye simulasyonuydu adeta. Dar alanda kısa paslaşmalar, yer yer yükselen agresyon kat sayısı, lavuğun birinin çıkıp "kız arkadaşıma değdin ulan" diyerek olay çıkarması, bu ve benzeri hadiselerle 15 dakikada bir ortamda çıkan dalgalanma ve insanların birbirine girmesi sonra güvenliğin gelmesi. Gecenin sonunda 2 kavgaya karışmış, bir kere güvenlik tarafından kenara çekilmiş ve "beyfendi ben 31 yaşındayım, arkadaşlar genç, kanları deli, bizim olay çıkarabileceğimize inanabiliyor musunuz" kıvamında bir monolog yapmış, en sevdiğim saatimi kaybetmiş, etraftaki çıtırları görüp depresyona girmiş ve bira kaynaklı bir başağrısıyla hayata küsmüş bir haldeydim.

Wednesday, November 15, 2006

hmmm

Hayatı randomly güzelleştiren şeyler diye bir liste başlatacak olsaydım başa mahalleleri ve mahallelerin kendine özgü karakterlerini ve, varsa delilerini, sonra sokak çalgıcıların ve ermiş yaşlı amca ve teyzeleri koyardım. Tuvalette harcadığım zamanın günün geri kalan kısmından daha çok bana ait olduğunu hissediyorum. Aklımdan tuvaletteyken her ne geçiyorsa, korkunç değerli versus işteki sikindirik ahmet efendinin ettiği lafa kafamın takılması. Tuvalette hep bir özlem duygusu ve burun direği sızlaması hadisesi yaşıyorum nedense. Belki çok saf ve damıtılmış en hakiki öz düşüncelerimle başbaşa kaldığım o küçük ama değerli zaman diliminin bana hatırlattığı her ne varsa bi şekilde içimi sızlatıyor.

Monday, November 13, 2006



Lost bitti kavruk kaldık. Elimiz ayağımız tutuldu sohbet edemez olduk. Geyiğin dibine darı ekildi, ayak üstü muabbetleri öksüz kaldı. İtiraf ediyorum hayatımda doğan boşluğu kitap okuyarak dahi gidermeyi düşündüm, o derece... Neyse sonra kendime geldim, hemen bir kursa yazıldım.

Saturday, November 11, 2006

sen kalk ta ben yatam



Biri bir gün "babamı atatürk'ü sever gibi seviyorum" demişti ve bana bu inanılmaz anlamlı gelmişti. Sonra dün sabah, ki on kasımdı kendisi, işe gitmeden önce Atatürk'ü televizyonda gördüm, geçen on kasımlarda anıt kabiri dolduran onbinlerin nasıl coşkuyla yürüdüklerini seyrettim.... gözlerim doldu. Olmuş dedim kendi kendime, becermişler. Artık 4 yaşından itibaren ne yaptılarsa bizlere ben dediğim kişi bile kolektif doldollarda gaza gelebiliyor, bir duygu patlaması, bir hissi hezeyan yaşayabiliyorsa, althusser amca haklı olsa gerek diye düşündüm. Devletin ideolojik aygıtları arasında anaokulu, yuva vs gibi her bir beyin yontma yuvasını listelemişti düşünürcan yıllar önce. Ben ki ilkokul 2de, bayrak töreninde konuşuyor diye el kadar arkadaşını tokatlamış bir yavrukurtum, şimdi on kasımda çalan sirene, siren çaldığında 1940'ların SSCBsi gibi herkesin ne iş yapıyorsa bırakması zorunluğuna kıl olsam ne yazar. Sonra aklıma iki on kasım önce yaşadığım bir travma geldi. Yağmurlu bir sabahtı ve ben deli gibi işe koşuşturuyordum, sonra o bıçak keskinliğindeki siren başladı, saat dokuzu beş geçmekteydi ve bütün dünya durmak zorundaydı. Ben büyük bir gaflet ve dalalet içinde olmalıyım ki o an, kendimi kaybetmiş bir şekilde yürümeye devam ettim. Sonra tam bir dakika boyunca o teyzenin çığlıklarını duydum, vatan haini diye bağırıyordu, sahtekar, şerefsiz diye devam etti sanırım ve 9'u 6 geçeye kadar süren bir mini işkence.

Thursday, November 09, 2006

eski tostlar

TV'de az önce şöyle şahane bir enstantane ile karşılaştım. Muazzez Ersoy adındaki kişilik BM bişeysi olarak Türkiye'deki Somalili mültecileri ziyaret etmiş. Sahne şu: Bu yavrular iki dirhem bir çekirdek giyinmişler, bir masanın etrafında az sonra yemeğe başlayacak şekilde oturmuşlar. ME de bunların arkalarından gelip bir yandan sarılıyor, bir yandan kendi şarkılarını mırıldanıyor, sonra o susuyor bütün Somalililer koro halinde ME şarkıları söylemeye başlıyor ve bu parodi dakikalarca devam ediyorö. Alacakaranlık kuşağında sıradan bir gün .

bir adam vardı

Yirmili yaşların başındayken kendini bir bok zanneden, sonra onyılın sonlarına doğru boruyu aldığını hissedenler parmak kaldırsın. En şahane hayat bizim olmayacak mıydı, en bi başarılı, en bi mutlu, en bi kahraman biz olmayacak mıydık? Dünyayı değiştirmek gibi bir misyon bize yüklenmemiş miydi? Peki regresyon içinde olduğunu düşünenler...? Daha az kitap okuyup, daha az eğlenenler, daha renksiz bir hayat yaşayıp, daha toleranssız olanlar? Ve vasatlığı iç huzuruyla yer yer karıştıranlar? Gittikçe daha muntazam bir çan eğrisine dönüşen hayat akışının standart sapma bacaklarında paniğe kapılanlar... Ve en kötüsü gittikçe söyleyecek daha az enteresan lafı kaldığını düşünenler...? Neyse havaya kalkan parmaklara müjde! 30'lu yaşlarınızın büyük bir bölümünü, iliğinizi kemiren bir işte, geri kalan bir avuç zamanı da ikea, carrefour tadında hayatın replikası olduğunu iddia eden, kapitalizmin g noktası kallavi alış veriş merkezlerinde, sürekli gülümsenen ve bolca anlamsız laf sarfedilen hafta sonu brunch'larında, ve en bombası...hayatınıza anlam kattığını düşündürmek misyonu yükleyerek tonlarca para verdiğiniz bir takım zevzek kurslarda geçirerek beynininizi uyuşturabilir ve gittikçe ne kadar sıkıcı bir insan haline geldiğiniz gerçeğini kısmi olarak unutabilirsiniz?

Saturday, October 14, 2006

soz sukut vs

soyleyecek birseyi olmayan sussun demisti biri benden once. unlu bir dil bilimcisi oldugu soylenir kendisinin. uzuntum benden once yasamis olmasi, cunku herkes onu taniyor soyledikleriyle, beni degil. oysa onu okumadan once de soylemistim ben bunu. madem bu kadar benimsemisim bu lafi, o zaman neden diye sormadan edemiyorum kendime... neden hala konusuyorsun.