Wednesday, September 24, 2008

İlhan Berk'e Mektup

Sevgili İlhan Berk

Sen gideli tam 27 gün olmuş. 27 ilginç bir sayıdır sen de bilirsin. 3'ün küpüdür mesela. Bugün sana bu mektubu yazmak istememin günüdür aynı zamanda. Elimde "Yüzüklerin "Efendisi"nin bilmemkaçyüzüncü basımıyla bütün çocuk halimle bodrum sokaklarında dolaşıyordum kış aylarından birinde. Sanki 98 kışıydı diyesim geliyor. On sene boyunca senin hayalinle yaşamamı senin adının aslında İlham Berk olmasına bağlayabiliyorum ancak. Bir de Sabahattin Ali'nin hayalinin peşinden koşup, onun olduğundan emin bile olmadığı bir mezarın üstüne bir demet kıvırcık salata bırakan birini tanıyorum, bir bu kadar daha ilhamına hastalıklı derecede bağlı. Postaneye koşar adım girişini hatırlıyorum senin. Kanarya gibi bir halin vardı. Yüzüne bakınca seni nerden hatırladığımı düşünmek zorunda kalmıştım. O zamanlar çok şiir çok kitap okuyan bir çocuktum İlhan Berk. Kim olduğunu çıkarmam o kadar zor olmadı bu yüzden. Pır pır yanına yaklaştım, o sevmediğim yapay kibar halimle elimdeki tek yazı yazılabilecek şeyi uzattım çekinerek. Senin gibi bir insanla bildiğim yegane ilişki kurma yolunu seçtim ve senden kitabıma imza istedim. Sense yeni arkadaş edinmek üzere olan bir çocuk heyecanıyla " Beni tanıyor musunuz" dedin. Sonra o güzel imzanı attın. Beni sevdiğin bir yere davet ettin. İçtiğim en güzel şarabı içirdin. Güdük şiirlerimi okudun, sen okudun, sen İlhan Berk olarak benim şiirlerime nazik yorumlar yaptın. Ne kadar da insancıldın, ne kadar alçak gönüllü bir tanrıydın. "Yarın da buluşalım mı" derken yine çocukça heyecanlandığını gördüm. Ne kadar normal gelmişti herşey. Ne kadar saçmaymış böyle sanmam. Ertesi gün aynı çocuk coşkunla çıkageldin. Bu defa senin elinde bir kitap, kitabın! Gidip kitapçıdan satın almışsın Allah'ım! İçinde ise bir mucize... Dostluğun mucizesine itaf ettiğin o sözcükler. Ben senin dostun olmuşum birden.

Senden sonra bir çok film seyrettim İlhan Berk, bir çok insan tanıdım, çok kitap okudum diyemiycem ama okudum biraz elbet, sevdiğim ben'den çok uzaklaştığım ve kısmen yakınlaştığım zamanlar oldu. Ama hiç bir ben'i seninle iki gün geçiren ben kadar sevmedim, hiç bir yeni tanıdığım insan bana o kadar ilham vermedi. Hiç bir kitap, hiç bir film senin zenginliğine erişemedi. İlhamın ne olduğunu bilen bilir. "Yaşamın bir tek anlamı varsa o da ilhamdır" diyecek kadar da fütursuzum evet. On sene hayatımın türünden, aldığı biçimden en mutsuz olduğum zamanlarda bir köşeciğimde hep sen vardın. Evet sen umuttun aynı zamanda Umut Berk. Küçük f harfi şeklinde bir kırıntı.

Sonra seninle bir kaç kere daha karşılaştık, birinde etrafını küçük İskender'in düşmanca ve teritoryal kolları çevirmişti, yüksek sesiyle sana yaklaşanları korkutuyordu. Ya da ben korktum, sadece ben burdayım diyebildim. Arif Damar vardı o gece, "gitme kal var yok dinlemez bir çocuk isteğidir diyordu" yine. Bense senin oteline gidip, sana mektup bıraktım sarı bir zarfın içinde.
Acaba hiç alabildin mi mektubumu? Sonra seni bir otobüsün penceresinden ve bir restoranın balkonundan gördüm birer kere. Yanına bile gelmedim şuursuzluğumdan. Sanırım bir sonraki görüşüm tam dokuz sene sonraydı. O zaman 90 yaşında bir kanaryaydın artık. Yine zıplayarak, sekerek, koşarak yürüyordun. Beni hatırlamadın İlhan Berk ama bütün tatlığınla hayatını anlattın yine. Almanya'da sana ödül vereceklermiş, oraya gidesiymişsin. Seni ziyarete gelecektim, o anda karar vermiştim ve adresini istedim. Ya da mektup yazacaktım ne biliyim. Adresini saklasın diye verdiğim insan ilhamın ne anlama geldiğini unutmuş biriydi o zamanlar, kaybetti adresini. Ve işte o zaman içimi derin bir korku kapladı, ya ben sana ulaşamadan tekrar, sen ölseydin, ya bu hayattan çekip gitseydin, ya benim istediğim, sevdiğim biri olabilme ihtimalimi, beraber yanında götürseydin. Bu korku içimde büyüdü. Kendimce sana dokunmaya çalıştım zaman zaman. İşte sarhoş oldum seni buraya karaladım b, etrafımdakilere seni anlattım. Utandım da bir yandan; on sene önce tanıştığım bir ince uzun adamı, bir (f) harfini neden böyle hayatımın en orta yerinde yaşatıyorum diye. Neyseki ilhamdan anlayan insanlara anlattım seni İlham Berk, çok da üzülmüyorum o yüzden.

Sonra sen gittin gerçekten ve senden iki gün sonra Yıldırım Türker, Tezer Özlü'ye itafen o içlere bıçak gibi saplanan mektubunu yazdı. Burda "o yazıyı okumamış olanlara da yazık" diye düşünerek aşağıya eklentiliyorum yazıya ulaştıracak adresi. İtiraf ediyorum İlhan Berk, Yıldırım Türker'den kopya çekiyorum bu mektubu yazarken. Ama sana birşeyler karalamak hep aklımda vardı inan. Ve senin yokluğunda büyüyünce Yıldırım Türker olmak istiyorum galiba. İlham ne kadar önemlidir bilirsin, anlarsın...İlham kaynağı buldun mu sarılacaksın sıkısıkı. Şimdilerde bir kediler, bir kelimeler... Müzik bile diil. İşte Yıldırım da böyle biri. Sen de seversin, severdin eminim. Seni hiç şair olarak düşünmedim beni affet, zaten sen de ressam olmaya karar vermişsin görüşmediğimiz yıllarda. Şair diilim bile demişsin. Ama sen ressam da diilsin benim için. İlham Berk'sin işte. Sevdiğim ben'le belki de tek tanışmış kişisin. Gittiğin yerde iyi ol. Bu mektubu bitiremeyeceğim ortada.

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=896133&Yazar=%20&Date=24.09.2008&PAGE=

Thursday, May 08, 2008

tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bak yavrucum

Dünya jet hızıyla iğrençleşmeye, bu blog da bunlardan nasibini almaya devam ediyor. Dünya dediğime bakmayın, bu ülke demeye sanırım hala dilim varmıyor ama sınırları içinde bulunduğumuz topraklardaki iğrençlikler silsilesi moralleri her gün biraz daha altüst ediyor.Gün geçmiyor ki haberlerde ayrı bir depresyonik hadiseyle karşılaşmayalım... Hepimiz birşeyiz furyasına, izninizle "Hepimiz Yalamayız" ı eklemek istiyorum. Yalama olmaktan başka çare de kalmadı açıkcası, neye ne kadar tepki gösterebilir ki insan oğlu, bir sınırı var mıdır bilemiyorum. Şu güzel bahar aylarını nasıl geçirmişiz bir bakalım.

Kutlu doğum haftasını geride bıraktığımız şu günlerde (ki büyük Türk düşünürlerinden Hakan Şükür de derbi için o kutlu haftaya yakışır bir maç olması konusunda taraftarları uyarmıştı çok şükür) Allahüme Salli diyerek sözlerime devam ediyorum....Zamanlar ve iğrençlikler artık birbirine karıştı ama sanırım ya kutlu doğum haftası şenliklerinden az sonra ya da barış içinde geçen 1 Mayıs kutlamalarından hemen önce, 78 yaşındaki (bazı kesimlere göre dinci bazılarına göre dindar olan kesimden) bir zattın, 14 yaşında bir çocuğa tecavüz ettiğine dair iddialar herkesi pardon dinci basın dışında herkesi derinden sarstı. Dinci basın da herzaman ki demokratlığını bir kere daha ispat ederek zanlının suçu ispat edilene kadar kendisi hakkında hiç bir yargıya varılamayacağını belirtti ve ne tesadüftür ki, tam o sırada TVlerde tecavüzle suçlanan o şahısın bir TV programına verdiği demeçte "zinayı ispat etmek için ahanda tam dört adet bizzat gözlem yapmış şahite ihtiyaç vardır" sözleri cereyan etmekteydi. Doğal olarak dinci basının da cümle içinde kullandığı ispat kelimesinin hangi hukuk sistemine göre değerlendirilmesi gerektiği bir merak unsuru oldu. Bu esnada hem kadın hem erkek güzide dinci basın temsilcileri 14 yaşındaki çocuktan genç kız diye bahsetmeyi, ne zaman yanlışlıkla çocuk deseler, bunu hemen genç kıza çevirmeyi bir borç bildiler.
Bahar devam ederken yurdun dört bir yanından özellikle çocuklara yönelik tecavüz haberleri akmaya devam etti ama mazallah konu yargıya intikal ettiği için kimseyi haksız yere incitmek ya da suçlamak istemem, o yüzden bu konular hakkında konuşmamak lazım.

Malesef yargıya intikal etmeyen ama sanırım konuşması yasak olan bir diğer konu da 1 Mayıs şenlikleriydi. Öyle ki çalışkan Türk toplumu veriminden bişey kaybetmesin, işleri aksamasın diye 1 Mayıs'ı kutlamayı ve Taksim gibi en çalışkan insanların bilfiiil çalıştığı bir mekanı paralize etmesin diye Taksim'e de çıkmayı yasaklayan bıyık kardeşliğinden en uzun boylu olanı bugün veryansın etmiş. Demiş ki "polis uzaylı mı"? Hö!! dediğinizi duyar gibi oluyorum, açıklayayım derhal. Şöyle ki; o barışcıl 1 Mayıs'dan sonra Türk polisinin üzerine o kadar gidilmiş o kadar gidilmiş ve onlar da haklı olarak o kadar incinmişler ki, uzunboylu bıyık kardeş onlar bizim evladımız değil mi, onlar insan değil mi, yazık değil mi o kadar üstlerine gitmeye diye haklı olarak kırgınlığını dile getiriyor. Kimse düşünmüyor tabi, o gün o önlemler alınmasaydı, o dayaklar atılmasaydı insanlar işlerine- okullarına gidemezdi, çok yazık olurdu. Bak içimden geldi yine haykırmak istiyorum iyi mi! Ne Mutlu Türküm Diyene hakkaten valla billa.

Thursday, April 24, 2008

burjuva öldü yaşasın beyaz türkler ve duyarlılık meseleleri

12-13 yaşlarında Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok adlı kitabını okuyup, çok anlamlıdıramadığım ama taaa içimde bir yerlere dokunan bir şeyler hissetmiştim. İçime nasıl bu kadar yoğun olarak işlediğine hala anlam veremediğim bir adalet duygusunu ve bu duyguyu oluşturan yapıtaşlarını şöyle bir yerinden oynatmıştı. O zamanlar küçük bir kız çocuğu olduğum için ve dünyayı algılamam yakın çevremden ibaret olduğu için ben de en yakınımdaki erkeklerde gördüğüm bütün kanıksanmış adaletsizlik timsali kodları deşifre etmeye başlamıştım. Kadınlar sofrayı toplarken oturanları, yemeğin en güzel kısmına hakkıymışçasına konanları, ev hayatının baş muaflarını, canları istediğinde ortaya serilen küçük prens kaprislerini, güç gösterisi yapmak istediklerinde gayet rahat üzerlerine giydikleri mussolini paltolarını ve ucuz faşizm gösterilerini...(höt ben ne dersem o olur tandansında).
İşte Asena'nın kitabını okuduğum o yaşlarda, küçük üst orta sınıf hayatımda gözlemleyebildiğim yegane cinsi adaletsizlikler bunlardı işte, bir de belki yeni yeni maruz kalmaya başladığım ufak cinsel tacizler, ki her genç kızın başına gelirdi bu küçük steril dünyada bile. Her ne kadar kitapta gözüme sokulanlarla travmaya uğramış hissetsem de, cinsiyet meselesine karşı farkındalığım arttı çok ve bu adaletsizliğin sadece benim kendi küçük sosyal sınıfıma ve kendi küçük hayatıma değil bütün sosyal sınıflara hem de çok daha kelli felli ve zarar verici bir etki alanıyla yayılmış olduğunu da farkettim.

Cinsiyetler arasındaki adaletsizlik ve ayrımcılık konularına duyarlılık aslında belki birçok diğer konuda olduğu gibi biraz yalnız bir var oluş türü. Bu duyarlılığa sahip olanlara hasbel kadar feminist denmesinin sonucu olarak da feminist olmak hem kadınlar hem de erkekler (özellikle beyaz türk olanlarının) arasında neredeyse zavallı, acınacak bir durum olarak konumlanmıştır. Feminizme tepkiler o kadar sığ ve komik ki, feminist olmak istediklerini elde edememiş kadının küsme durumu sanki. Yani başarılı ve zengin bir adamla evlilik yapamamış, haftada en az bir kere kuaföre gidemeyen muhtemelen çirkin kadınların icat ettiği bir kavram, hayata bu sebeplerle küsmüş olmalarının bir sonucu. Hele kadınların feministlere bakışı daha da korkunç. Tıpkı homofobik erkeklerin eşcinsel erkekleri acınası ve tiksinti verici birer ucube olarak görmelerine benzer bir duygu salınımı yaşarlar kadınlar feministlere karşı. Onların da adları feminofobik olsun bundan böyle.

Neyse geçenlerde hayatımıza (feminofobik, beyaz/siyah, kadın/erkek bütün türklerin suratına) bir Pippa Bacca tokadı çarptı. "Amaaan tüh imajımız rezil oldu" ah vahlarıyla beraber gündemde bir süre tutulduktan sonra rafa kaldırıldı. Gerçi beyaz türk cephesinde herkesin bir dudağı uçukladı doğrusu, kendi hayatlarına doğrudan dokunmasa da Avrupalı olabilme hayalini baltaladığı için, bu topraklarda gerçekleşen vahşet hikayelerinin temsili bir hikayesi olarak suratlara tokat, göze giren parmak oldu. Konuşmalar "iğrenç sapık" seviyesinde kaldı çokca bir süre. Oysa bu ülkede kadınların sabit bir şekilde maruz kaldığı cinsel sapkınlığın gayet meşru bir kurum olduğu gerçeği kimsenin aklına gelmedi ( bir kısım sivri dilli yazar hariç) ve bu kurumsallaşmış sapıklığın meşruluğunu gündelik hayatlara usulca sızmış masum gibi gözüken hareketlerden, usul usul çalışan cinsi ayrımcılıktan kazandığını kimse hatırlamadı. Kardeşinin nereye gittiğini, kimle görüştüğünü kendi en önemli meseleleri yapan abiler, bunun bir üst seviyesinin namus cinayetleri olduğunu hatırlamadı, orta yaş krizine girip genç kan aşkıyla tutuşan, çevrelerinde saygın bir iş adamı olarak tanınan kelli felli amcalar, neyse parası verip seviştikleri Rus kızların birer çocuk olabileceklerini, bunun diğer adının pedofili olduğunu hiç hatırlamadılar... Evlerindeki kız çocuklarını abilerine, babalarına hizmet amaçlı kullanan anneler sırf bu amaçla türkiyenin dört bir yanında kız çocukların okuldan alındıklarını bu daha ergen bile olamamış kızcıkların ev işlerini üstlenmek için en temel haklarından mahrum kaldıklarını bir türlü hatırlayamadılar... Ve özellikle beyaz türklerin arasına sızma projelerini büyük bir hırsla yürüten yeni yetme islami burjuvazi, kızcıklarını örtüp bir an önce baş göz etme telaşı içinde, finansal olarak kendilerinden çok daha şanssız ama konu kızlarını evermek olunca kendilerinkine çok benzer sebep, niyet ve dürtülerle hareket eden Anadolu ailelerinin kendi küçücük kızcıklarını daha adet olur olmaz hatta belki de olmadan önce "artık çocuk değil, kadınsın, al şu ehramı, örtüyü, çarşafı, türbanı sar her bir tarafını, gir evin içine, ve sana uygun gördüğümüz erkeği bekle" diyerek o çocukların hayatlarını, çocukluklarını nasıl kararttıklarını ve uygun gördükleri erkeğin koynuna soktukları o çocukların yaşadıkları travmaları hiiiç mi hiç hatırlamadılar.

Hatırlanmayanlar yadırganmayanlardı işte, normal olanlar yani ve fakat bir de göz yumulan sistematik adaletsizliğin, bir türlü ses çıkarılmayan türk ceza kanununun, oy çokluğuyla (ki bu oyların arkasında en bir beyaz türker vardı son seçimlerde) başa getirilen partinin temsilcilerinin (ki bazıları birden fazla kadınla evlenmeyi en temel hak görür kendilerinde) kadınlara reva gördüğü ve hasbel kadar bahsi geçen sınıfların dahi yadırgadığı bir dizi başka ayrımcılık ve sapıklık var ki onlar bile meşru meşru hayatına devam ediyor.

Türk Ceza Kanunu'na göre tecavüzün bir sürü hafifletici sebebi olabilir. Mesela kadın isterik olabilir, orospu olabilir, bakire olmayabilir ( ki orospuyla aynı kapıya çıkıyor) mütecaviz evlenmeye niyetli olabilir, kadın çığlık atmamış ve yardım istememiş olabilir (bağırmadıysa aranıyordur zaten) ve bütün bu hafifletici sebeplerin varlığı söz konusuysa tecavüzcü tabii ki tecavüzünde yerden göğe kadar haklıdır.

Tecavüz insan hakkı ihlallerinden kadınlar üzerine yoğunlaşmış olan milyonlarcasından sadece biri. Bazılarına göre belki en korkunç olanı, ama bana göre sadece biri. Evinde kız çocuğuyla erkek çocuğuna ayrı muamele eden, daha küçücüklerken çocuklarına cinsiyetlerinden ötürü farklı haklar dağıtan anne-baba, iş yerinde kadına farklı davranan işveren, trafikte parkedemeyen kadına sırf kadın olup da parkedemediği için akla hayale sığmayacak hakaretleri saydıran lacoste gömlekli cip kullanan beyfendi, sevgilisine her kızdığında orospu diye bağıran master yapmış kurumsal yatırım uzmanı genç adam... Geldiğiniz yer hep aynı, yol açtığınız ve pekiştirdiğiniz toplumsal düzen ise ancak sizlerden olmayan bir kamyon şöförü sizin nezdinizde kutsal olan bir şeye tecavüz edip yok ettiği zaman suratınıza çarpıyor. Ve tabii ki bu düzene başkaldırmayan hatta düzenin en bir yavuz savunucuları kadıncıklar, tecavüz sadece bir sonuç; meşru bir düzenin sonucu ve işin kötüsü sadece sapıkların tekelinde değil. Türkiye'de tartışmasız her kadın siz dahil tacize uğruyor, Türkiye'de milyonlarca yavru en yakınları tarafından tecavüze uğrayıp sonra cezalandırılıyor. Bunu sadece Türkiye'nin bir bölgesiyle, cahillikle, sapıklıkla ilgili olduğunu düşünenler ise aymazlık içinde kavruluyorlar. Siz (ve tabi biz) eski burjuva yeni beyaz türk kardeşlerim, sıcak yataklarınızı terkeyleyerek, düşünmediğiniz, ya da kendinizden tamamen soyutlayarak değerlendirdiğiniz şu düzenin en vahşi gerçekleriyle biraz yüzleşin artık bir zahmet, oyunuzu atarken bundan sonra neye oy attığınızı iki tartıp, bi ölçüverin. Diyeceğim budur.

Wednesday, February 20, 2008

ünzile insan dölü

Aysel öldü dün. Yarım kaldık. Çöp kamyonuna otostop çeken bilgeydi kendisi hiç ferrarisi de olmamıştı hem çok şükür. Ünzileyi arayamadım korkumdan, ne söylerim, ne derim bilemedim. Bir kadeh Sevilen koydum kendime, sonra sokaktan bozacı geçti, yine ne diyeceğimi bilemedim. Mumum aleviyle oynayan kediyi düşündüm haliyle. Özdemir asafı hemen akabinde, ve tabi İlhan Berk'i. Ölenle ölünmediğini ve tabi ölmeyenle yaşanmadığını da. Ve güzel olan herşeyin bitmesi gerekmediğini ama hayatın sürekli bunu kafamıza kaktığını ve gözümüze soktuğunu ve hayatın bu başöğretmen tavırlarından ne kadar sıkıldığımı ve artık başka birşey öğrenmek veya hatırlatılmak istemediğimi. Eski fotoğraflar da çok ayıpetmişti. Hem ayselin resimleri heryerdeydi, müthiş, dişi, ve gözyaşı dolu. Bizim resimlerimiz de kaynamış araya. Allahım bu masumiyet denen şey öldürecek beni. Bu kadar mı masum olur geçen yıllar ve gençlik, bu kadar mı iç burkar, bu kadar mı geri gelmez geçen hiç bir gün hiç bir yıl, ay. Bu kadar mı tanıdık olur ölmek adını verdikleri eriyiş, bitiş, yok oluş. Oniki adet sigara içmişim farketmeden, sonra kedi geldi mumun aleviyle oynamaktan bıkmış. Kürtçe bir uzun hava dinledik beraber. Pesto soslu makarna yedik. Taksi korna çaldı aşağıda. Diyarbakırda bi çocuk evine döndü yorgun, ben yatağı açtım, bir devrimci türküsü daha unutuldu bi yerlerde, bi çocuk aşkından yatağa düştü, bi kadın evini bi yabancıya açtı, bi nene torun sevgisiyle iç çekti, bi vatan özlendi, bi seven kavuşamadı, bi hayattan bayıldı, bi hayat yarım bırakıldı, ve bi 5 milyar tanesi devam etti, ölenle ölünmedi, kalanla kalınmadı. Ayselin yokluğunda bütün şarkılar öksüz kaldı.

Saturday, February 16, 2008

örtünme halleri üzerine

Uzun süren bir aradan sonra, ülke hal ve gidişatındaki vehametin, dünya hal ve gidişatını çoktan gölgede bıraktığı bu günlere geldiğimizde, uğruna herkesin birbirini neredeyse parçaladığı, bazı kesimlerce “türban”, karşıt kesimlerce ise “başörtüsü” denilen bez parçası üstüne iki kelam etmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Çok uzun süredir bu konu üzerine bir şeyler karalamak istememe rağmen sahip olduğum/olduğumuz ara-dere bakış açısını kelimelere nasıl dökebileceğimi de bir o kadar bilemez durumdayım. Konu bu provokatif bez parçası olduğu zaman gerçekten çok karışık fikirler ve duyguların hükmettiği karmakarışık haller söz konusu oluyor. Bu karmakarışıklığı net olmaya çalışarak resmetmek ne kadar mümkün göreceğiz.

Türbanın ya da başörtüsünün ya da ismi her ne hal ise o örtünün ben de ilk uyandırdığı duygu ne yalan söyliyeyim, mide bulantısı... Hele bir de çeşitlilik, zenginlik laflarıyla yanyana getirildiğini duydukça mide bulantısı artan bir kusma hissine dönüşüyor hiç vakit kaybetmeden, çünkü bu örtünme hadisesine her ne kadar semioloji disiplinin bile şaşıracağı kadar çok sembol atfedilse de (modernite, şehirleşme, mazbutluk vs) aslında kendisinin pek konuşulmasa da açık ve seçik tek bir ifadesi var, o da cinsellik, daha doğrusu kadın cinselliğinin yok edilmesi. En azından en temelindeki motif bu. Örtünmenin bu kadar dile getirilmesinin ise eciş bücüş bir cinsellik anlayışıyla çok paralel gittiğini düşünmekteyim. Ve bu yüzdendir ki kadınların örtülerek veya başka şekillerde ezildiği toplumlarda cinsellik en sapık/sapkın/ tutsak halleriyle yaşanmakta. Örtünmek de böyle bir dünyayı adeta meşrulaştıran sembollerden biri sadece.

Hemen hemen bütün kültürlerde kadının bir seks objesi olması ve bununla bağlantılı olarak bu kültürlerin bazılarının geçmişinde bazılarının da şimdisinde seks objesi olan kadının aynı zamanda toplumsal huzuru ve verimi baltalayan, içindeki cinsellikten dolayı özünde barınan nevrotik olma, baştan çıkarma ve akıl çelme yetilerinden ötürü vahşi bir at gibi kontrol altına alınması gerekliliği kadına karşı gösterilen ayrımcılık ve tahammülsüzlüğün en belirgin sebepleridir. Bu kontrol altına alma ihtiyacının kültürüne göre değişen çok farklı tezahürleri olmuştur tarihte ve günümüzde. Batı, histeri kelimesini binküsur yıl önce bir kadın hastalığı olarak ilan etmiş, bu buluşuyla da adeta huzur bulmuştur. İlk Hipokrat tarafından ortaya atılan bu hastalık, Viktoryen İngiltere'de ve 19. yüzyıl Avrupasında bolcana itibar görmüş, kadının cinsel açlığından kaynaklandığına ve vajinadan beyne kan gitmesiyle ortaya çıktığına inanılan histeriyi tedavi etmek için bolcana kan akıtmak gerektiğine inanılmıştır ve malesef bu amaçla bol miktarda kadın kanı kanı akıtılmıştır o dönemlerde. Günümüzde de Afrika vs gibi yerlerde kadın genital organının kesilerek sünnet edilmesinin artında yatan amaç yine toplumsal huzurdur. Kadını kontrol, kadının, aklı baştan alan ve toplumsal düzeni bozan potensiyel histerisini güdümleme ihtiyacıdır.İslami kültürlerin tercih ettiği “kadını örtme” belki de bu kontrol metodları içinde en masum gözükenidir. Ama günün sonunda amaç yine aynı amaç , hedef yine aynı hedeftir.

Kadın islami paradigma içinde de sırf varoluşuyla tahrik eden, salt özel alana ait, kamusal alanda yer alması çok da uygun olmayan bir cinsellik objesidir. Bu objenin kendinden menkul en önemli özellikleri yine erkeği baştan çıkarması, toplumsal huzuru bozması, aklı çelinmeye meyilli erkeği cebren ve hile ile aklını başından alarak doğrudan yanlışa sürüklemesidir. Bütün din kitaplarının birinci paragrafı da bunu anlatır. Havva’nın Adem’i nasıl ölçüsüzlüğü, ve şehvetiyle yoldan çıkardığı hikayesi nerdese insanlığın ve kadın ayrımcılığının tarihini belirlemiştir. Kadın seksdir, seks yoldan çıkarır, yoldan çıkmamak için kadını kontrol etmek ve erkeğin kendi belirleyeceği koşullar içinde seks yapabileceği bir toplumsal düzeni kurmak gerekmektedir.

Güzide ülkemizde kanımca en şaşırtıcı olan, örtünme söz konusu olduğunda aynı fikirde olan ve olmayan bütün kesimlerin bu hadiseyi tamamen başka bir boyutta tartışmayı seçmiş olmalarıdır. Meseleyi, özgürlük ve modernizasyon ekseninde konumlandıran muhafazakarlar, ortaya bir tutam da zulüm edebiyatı serperken, yine benzer eksende tartışmayı tercih eden yazar- çizer- akdemisyen takımı (hele akademisyen olanları en enteresanı) örtünmenin altında yatan kendilerince anlamlı bir dizi sembolü okuyabildiklerini ve anlayabildiklerini iddia ederken, kendilerine Kemalist denen ve diyen, içlerinde hem Bedri Baykam kadar itici ve bu sıfatı ziyadesiyle hakkeden karakterlerin, hem de konuştuklarında gözlerinizi dolduran, kendilerine cumhuriyet kadınları adını veren emekli öğretmenler ve nur yüzlü teyzelerin de bulunduğu bir kesim de türbanın resmileşmesiyle baraber bu ülkenin Atatürk’ün yarattığı en önemli değerlerini kaybettiğini söyleyerek tartışmaya katılmaktalar. Yine akademisyen ve yazar çizerlerden oluşan ikinci grup tüm tartışmaların kesimler arası iktidar mücadelesi olduğunu ifade etmektedir aynı zamanda. Ancak bir iktidar mücadelesi varsa o da erkegin kadını daha da ikidarsızlaştırmak için yüzyıllardır verdiği mücadeledir.

Bu konu üzerinde Türkiye’de hem ekonomik hem de kültürel sınıflar arasında bile bir mutabakat sağlanamamış olması, anıtkabire eline bayrağını alıp koşan kadınlar arasında başı bağlı olanların, bezi destekleyenler arasında ise ciddi bir mürekkep yalamış entelijensiyanın olması herkesin ezberini daha da bir bozar hale getirdi. Kafamız o kadar çok karıştı ki adeta kimin ne olduğunu ve kime güveneceğimizi bilemez olduk. Tıpkı geçen gün arabasına bindiğim taksicinin “kürtler gidince bu mahalle daha iyi olacak” demesi üzerine "iyi de ben de kürdüm" dediğimde duymuş olduğu dehşet dolu şaşkınlık gibi. "Kusura bakma abla hiç benzemiyorsun" derken ki şoke olma hali, gözlerinden okunan “artık kime güveneceğimizi bilmiyoruz” metnindeki gibi bir daimi şaşkınlık hali içindeyiz türban ve etrafını saran bütün tartışma konuları söz konusu olduğunda.

Dünyada ve tarih boyunca yaşam alanı ikiye bölünmüştür. Özel ve genel (mahrem ve kamusal) alan. Toplumbilimcileri de içeren yazar çizer entelijensiyasının örtünmeyi bu kadar destekler gözükmesinin ardında yatan en önemli sebep, kadının özele erkeğin de kamusala sahip olduğu bu alan bölüşümündeki dengeyi değiştirmek ve kadının kamusalda da paydaş olabilmesi için kadını dışarı çıkaran, kadını özgürleştiren özelden kamusala atlatan bir araç olarak konumlandırmış olmalarıdır. Bu bağlamda muhafazakar kesimle birebir aynı dili konuşmaya başlarlar. Oysa ki ortada atlanılan en önemli gerçek şudur; şartlı koşullu özgürlük olmaz. Örtünerek dışarıya çıkabilmek ( kamusalda yer alabilmek) hapishaneden dışarı ancak kelepçeyle çıkabilmeye benzer.

Bugün örtünmek erkek iktidar odakları için hala malesef salt cinselliği temsil ediyor. Fakat kadınlar için örtünmek bir dini vecibe olmaktan çoktan çıkmış durumda. Kendi sosyal sınıfları içinde bir kabul edilme koşulu, bazen bir iş bulmak, bazen okula gitmek, bazen de evlenmek, hatta sevgili bulabilmek için bazense sadece yolda yürüyebilmek için bir ön koşul. Yani bir nevi özgürlük. Ön koşulun özgürlükle içiçe girip kafaları karmakarışık ettiği garip bir hadise. Akademisyenlerin okuyup anladıklarını iddia ettikleri şey de bu.

Bu konunun en kalp kırıcı tarafı ise, bir yandan da üniversite kapısından içeri girebilmek için zavallı kızcıkların içinde düştüğü o eciş bücüş eğreti haller…Ki onlar da en az örtünme esaretleri kadar iç paralayıcı. Kafalarına geçirdikleri insanın içini buran çirkinlikteki peruklar, piyasaya sırf bu amaçla sürülmüş olduğuna emin olduğum Mary Poppins şapkaları (içlerinde en hüzünlü duranı bunlardır bence) bazen de hiçbirşey takmadan girmeyi tercih ettiklerinde o yüzlerindeki çaresizlik ve ne yapacağını bilememe durumu yine ve yine kadını rencide edici bir sosyal olgu oluşturuyor. Kendi sosyal çevresinde başını örterek hayata karışabilme ön koşulu, kamusal alanda başını açma koşuluna dönüşüyor. Ve bu koşullar ve dayatmalarla dolu hayat kadının esaretini , tutsaklığını gittikçe daha da pekiştiriyor. Zamanında hangi dayatma daha güçlü beyin yıkamışsa, kendini ondan yana görüp, diğerine diş biliyor.

Hem bu yasakları çıkaranlardan hem de genç kızına örtünmenin ne güzel bir şey olduğunu usulca fısıldayarak, ona kısaca artık yaşı itibariyle potansiyel bir seks objesi olduğunu söyleyen sonra da meclislerde bunun bir kişisel özgürlük olduğunu çığıranlardan eşit şekilde tiksinme hakkım var mı bilemiyorum? Bu eşit tiksinme durumu, “şu durumda üniversitlerde örtünme yasağının kaldırılması karşısında ne gibi bir tavır almalı” sorusu karşısında bir duruş gösteremiyor ne yazık ki. Evet ben de etrafında türbanlı görmek istemeyen bir sosyal sınıfa mensubum, evet ben de türbanı yobazlık, gericilik olarak görüyorum ve evet duygularım tiksinti ve hatta biraz da korku. Ama kadının devamlı maruz kaldığı bu dayatmalar dünyasından da nefret ediyorum ( örtünme veya örtünmeme dayatması)Sanırım günün sonunda bir seçim yapmam gerekirse kadının örtünerek özgürleşmesi ve bunun devamı olan örtünme özgürlüğünün elinden alınması yalanına, örtünmeyerek üniversiteye girebilme dayatmasına kıyasla daha çok dayanamıyorum. Ve örtünme hakkının elde edilmesi mevzusunda, sırf yalan üzerine inşaa edildiği için ve bu ülkede artık malesef bir taraf olma zorunluluğu olduğu için daha çok türbana hayır diyen tarafa kayıyorum. İçim parçalansa bile…