Friday, November 13, 2009

Ayıntap Notları-III

Baklava diyarında son günümüz.


Duraklarımız sırasıyla Kastel, Zeugma Müzesi, Mutfak Müzesi, Dülük Mağaraları ve Cam Müzesi... Müzecilik bu şehirde gerçekten hevesle geliştirilmiş. Herbir müzenin müdürü/sorumlusu ayrı bir coşku ve kıvanç taşıyor. Gaziantep'te çocukluğumdan hatırladığım kalkınmacılık, aydınlanma filan gibi kavramların ne kadar taze kalmış olduğunu görüyorum. Sanki tüm Antep bir yerli malı haftası coşkusuyla bezenmiş. Belediye, billboardları "Var mısın yok musun yarışmasındaki Antep'li hemşerinize oy verin" posterleriyle donatmış. Hemşerilik, yerelcilik almış başını yürümüş. Mesela tur rehberimiz bizi hiç bir yerde Şam fıstığı demememiz konusunda ciddi ciddi uyarmıştı. Antep fıstığı dememiz gerekiyormuş doğal olarak. Bu uyarısında ne kadar haklı olduğunu, yediğimiz her öğünün içinde yer alan en az 3 şeyde mutlaka fıstık olmasından anlamıştık zaten. Fıstık böreği, fıstıklı baklava, fıstık muskası, fıstık kebabı, fıstık otu vb. Atatürklü bir fıstık efsanesi bile var.

Rehberimiz bu son günde bizi, gözleri parıldaya parıldaya modern Antep denen Ataşehir bozması bir yere götürdü. Son derece sevimsiz, pastel apartman bloklarının yan yana dizildiği, araya da ayıp olmasın diye güdük güdük çocuk parklarının serpiştirildiği bir yerleşim. Çimentonun güzelim Anadolu mimari geleneğine tecavüz edişinin canlı kanıtı. Koşarak modernlikten nasibini almamış Antep'e geri dönesim geliyor, lakin tur otobüsünün buharlı camları bir turun parçası olduğumu hatırlatıyor. Homurdanarak otobüsün içinde oturuyorum, arkadan moderniteyi alkışlayan kadınların takdir ve huşu dolu çığlıkları geliyor.

Antepliler yüzyıllar boyunca suyun değerini bilmişler. Kastel denen yeraltı depolama sistemleri kurmuşlar, bu sistemler bütün kuyulara su dağıtmış. Sonra noolmuş tam olarak bilemiyorum ama yeri gelince yeraltı kastellerini de camiye çevirmeyi ihmal etmemişler. Gerçekten yurdumdaki farklı yapıları camiye dönüştürme azmi inanılmaz. İşte yeraltı su depolama sisteminden, yeraltı camiine dönüştürülen meşhur Pişirici Kasteli de böyle ilginç bir yapı.


Bu arada Zeugma Müzesi'ni acaip adam etmişler. 5 sene önce geldiğimde gördüğüm çöplükle alakası yok. Şimdi çok daha fiyakalısını biraz ileriye açıyorlar. Gerçekten kocaman ve şık bir yapı olmuş en yenisi. Ama adı malesef Zeugma Müzesi ve Kültür Merkezi olacakmış. Kültür Merkezi adında olan heryeri yakmak için derin bir istek duyduğum için bu yeni ismi çok heyecanla karşılayamadım. Zeugma'da yapılan kazılarda, mozaikler sular altında kalmadan, çarçabuk ortaya çıkarıp taşıyabilmek için hırsızlardan öğrendikleri bir yöntemi kullanmışlar. Ama belli ki hırsızlar bu yöntemi çok daha iyi kullanmış. Mozaiklerin yarısını alıp götürmüşler. Bizimkilere de dizlerini dövmek ve sonra da ibret olsun diye bazı mozaikleri aşağıda gözüken şekilde sergilemek düşmüş...

Antep'in inanılmaz bir gastronomik zenginliği var. Gaziantep Üniversitesi'nde bir gastronomi okulu bile açılmış ve tabii ki müzesini de kurmuşlar. Şiveydis, omaç, elma tavası, şirinli çorba gibi daha yüzlerce adını hiç duymadığım yemek var bu şehirde. Anadolu'nun bir çok yerinde olduğu gibi yemek pişirmek sosyal bir olay ve uzun saatler boyunca, eşle dostla, güle eğlene yapılıyor.

Son olarak Antepliler'in çok vecizsever insanlar olduklarını söylemek isterim. Gittiğimiz birçok mekanda A4 üstüne yazılıp asılmış vecizler vardı.


Bir Pazar akşamı yorgun, argın, bitkin, ama bir sürü bakır eşya, kilolarca baklava, katmer ve kahke, onlarca lahmacun, bir dolu yemeni, metrelerce kutnu ve poşu, gümüş takılar, kutular dolusu sabun ve en az yüz torba baharat alarak Antep ekonomisine yapmış olduğumuz katkının verdiği gururla Antep'i terkediyoruz.

Wednesday, November 11, 2009

Ayıntap Notları II

İkinci günAdd Imageümüzde yosyoğun programı tamamlayabilmek için Recep(tion) tarafından sabah odalara edilen telefonu başarıyla bertaraf ediyorum. Geceden, odadaki bütün telefon kablolarını devre dışı bırakmıştım. Makulcene bir saatte kalkıp (yine 8den önce tabii) agresif programımıza başlıyoruz. İlk durak iyi niyetli, hafif kitsch fakat bir o kadar da öğretici Antep Müzesi. Burda Antep'in tarihini etraflıca öğreniyoruz. Binlerce yıllık tarihin büyük çoğunluğu Antep'in Gazi ünvanını almasına sebep olan Antep Savunması'na ayrılmış ama olsun, yine de ortada iyi niyet ve çaba görünce takdir eden ılıman! kişiliğimiz sayesinde, bu durumu hafifçe gülümseyerek karşılıyoruz. Son cümlede biz derken bizzat kendimden bahsettiğimin altını çizmek isterim.

Müzeden öğrendiklerimiz:

- Antep ya da Ayıntap (suyun özü, gözü, çıktığı yer manasına geliyormuş) bölgesi sırasıyla şu siyasi yapıların egemenliği altına girmiş: Hitit şehir devletleri, Roma-Bizans, Türk Devletleri, Moğol, Memluk, Dulkadir, Osmanlı (Osmanlı topraklarına katılması 1516 gibi oldukça geç bir zamanda aslında)
-Zeugma Kenti bölgenin bin yıllar boyunca en önemli merkezi olmuş. Sebebi de kentin Fırat'ın en dar yerinde konumlanması sebebiyle karşı kıyıya geçişin kolay olması. Zeugma köprü, geçit yeri anlamına geliyor.
-Antep'e ait ayakkabıcılığa "Yemenicilik", dokumacılığa "Kutnuculuk" adı veriliyor. Sedef ustalarının adı ise sedefkar. Bizim bildiğimiz manadaki yemeniye de ayakkabı denseymiş keşke.

yemeni kutnu sedef



-10 ay süren Antep savunmasında Karayılan ve Şahin Bey adında iki kahraman karakter mevcut. Karayılan biraz Kenan İmirzalıoğlu'na benziyor.



-Fıstıksız Antep düşünülemez. Baklavasız, kebapsız düşünülür, ama fıstıksız asla. Müzede fıstık ayıklayan Antep insanı canlandırması bile vardı. Hafif kitsch olduğu konusunda uyarmıştım.

Antep'teki ilginç karakterlerden biri de, 19.yüzyılda kilise olarak inşa edilen sonra cezaevine ve en sonunda da camiye çevrilen yapının bekçisi Davut Amca. Davut Amca adam bıçaklamaktan cezaevine giriyor, girdiği cezaevi camiye çevrilince, o da caminin bekçisi oluyor. Camiyi gittikçe "şirin" bulduğunu, bahçeye çıkınca da çok" heybetlendiğini" söyledi.



Her Antep turistinin elbet bir gün tadacağı şeyleri yapıyoruz birbiri ardına. Etnografya müzesi ziyareti, İmam Çağdaş şenlikleri, bakırcılar ve baharatçılar çarşıları, Elmacı pazarı vs gibi aktiviteleri gün içinde tamamladıktan sonra, akşamın yaklaşmasıyla alacakaranlığa vuran Antep'te Mevlevi Müzesi'ne bir uğruyoruz. Müzeyi gezerken "keşke tekke ve zaviyeler kapanmasaymış" diyorum. Müzenin her odasında bir koruma görevlisi olmasından ve girerken çantayı, pılıyı-pırtıyı kasalara bırakma zorunluluğundan etkiliyorum. Antep hırsızlıktan çok çekmiş belli. Zeugma'nın yarısının Amerika'da olduğunu düşünecek olursak, gayet mantıklı geliyor bu uygulama.

,


Hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken günün sona yakın kısmında, tur rehberimizin hevesle beklediği Savaş Müzesi'ne geliyor sıra. Burası en 'benim' diyecek liboşu milliyetçi yapmaya muktedir bir yer. Bir defa karşılaştığımız diğer müzeler gibi yine iyi niyetle ve iyi organize edilmiş. Eski bir Antep evi olduğu için, halkın oturduğu bu evlerin Antep Savunması'ndaki rollerini iyi yansıtıyor. Müzede 10 aylık savunma sürecini anlatan bir de film gösterimi var ki, seyrederken ayağa kalkıp İstiklal Marşı söyleyesim geldi. Film boyunca Antepli Ermenilerin Antep'i nasıl sattıklarına dair sürekli okunan terane biraz sinirlendiriyor ve iç bayıyor ama yine de bu filmi seyrederken ibre önce vatansever sonra da milliyetçiye vurabiliyor rahatlıkla. "Sattılar köpekler bu vatanı" diye söylenirken buluyorum kendimi. Dediğim gibi müzenin etkisi bayağı güçlü

Bu müzeden öğrendiklerimiz:

-Antep'in jeolojik yapısı kalkerli ve bu da neredeyse tüm binaların altında binanın kendisinden büyük mahzenler, yaşam alanları kurmaya izin vermiş. Şehrin altında yer yer birbirine bağlanan bölümlerden oluşan, koskoca bir başka şehir var. Bu yer altı şehri, Antep'in Fransızlara karşı verdiği on aylık mücadelede çok etkin olmuş.


-Bütün Antep halkını savunma süresince en çok açlık kırmış. Ankara hükümeti, " önceliğimiz batıdaki Yunan harbidir, başınızın çaresine bakın" deyince Fransızlar tarafından kuşatılan şehre gıda, cephane, insan vs gibi takviyeler yapılamıyor. İnsanlar çaresizlikten atları, kedileri, köpekleri yiyor. Hikaye malesef mutlu sonla bitmiyor, bunca acıya rağmen Antep sonunda teslim oluyor. Tabi filmde bu teslim oluş bir zafer ve başarı hikayesiyle taçlandırılmış ama eminim onca sefaleti yaşayan o insancıklara epey koymuştur bu durum.
Müzeden ayrılırken gezi boyunca her küçük detayı acaip takdir eden grubumuzun dişi fertleri gözyaşlarını silmekle meşgul. Gözyaşları ve burun sümüğü içinde, yoğun program sonrasında yorgun ve perişan yeni bir kebap, baklava sarmalına doğru hazırlanmak üzere otele dönüyoruz.

Tuesday, November 10, 2009

Ayıntap Notları I

Herşey halamın ACG mezunu bir kaç arkadaşıyla Antep’e gideceğini ve aralarında Antepli biri de olduğu için çok farklı yerler göreceklerini söyleyerek beni Antep’e onunla gitmem için ikna etmesiyle başladı. Lokal birinin eşliğinde Antep fena olmayabilirdi. Gerçi yıllar önce bir kurban bayramında Antep’e gitmiş ve sokaklarından oluk oluk akan kanlardan başka bir şey hatırlamayarak geri dönmüştüm ama herkes ve her yer ikinci bir şansı hakketmeliydi. Bunun üzerine kendimi bir Cuma sabahı, A SES grubuna mensup, yaşları 57-60 arasında değişen, 25 kadar kadınla aynı uçakta buldum. Uçaktan inince bizi bir tur otobüsü ve hareketlerinden tur rehberi olduğunu anladığım bir adam karşıladı. Eyvah tura mı geldik yoksa diye paniğe kapıldım. Bir anda acı gerçek yüzüme bir tokat gibi çarptı. 25 kişilik bir kadın grubuyla tura çıkmıştım! Ve bir tur rehberimiz vardı! Rehber otobüse biner binmez bir kaç yavan espiri patlatıp, üstüne de ''sabah 7’ye uyandırma verdim efendim" deyince, acı gerçeği daha da iyi sindirebilme fırsatı buldum. Tur programına uygun olarak, iki saniyecik bile dinlenemeden, uçaktan iner inmez harala gürele Fırat’ın kıyısındaki Zeugma şehrine gittik. Bir zamanlar zalimliğiyle ünlü olan ancak Birecik Barajı yüzünden artık sakin ve berrak bir göle dönmüş olan Fırat yükselince Zeugma sular altında kaldığından, gittiğimiz yerin bir zamanlar müthiş bir medeniyete sahne olduğunu sadece hayal etmekle yetindik.

Sular altında kalan kenti hüzünle anıp, züğürt tesellisi olarak biraz içimize Antik kent havası çekip, Fırat’ın şarıl şarıl aktığı yıllarda üstüne inşa etmek istediği köprü yüzünden, salcılıkla geçinen köy halkının ekmeğine göz diktiği gerekçesiyle öldürülen genç mühendisin hikayesinin geçtiği köyden geçip Urfa'ya bağlı Birecik ilçesine vasıl olduk. Yolda Kadir İnanır’ın müthiş gülüşü ve insanın içini yakan o hüzünlü bakışlarını hatırladım.Zira Birecik yolunda üstünden geçtiğimiz köprü, deli Fırat ve genç mühendis, bir zamanlar TRT kanallarında sık sık seyrettiğimiz, başrollerini İnanır’la beraber Necla Nazır ve Fikret Hakan’ın paylaştığı "Köprü" filminin baş kahramanlarıydılar. Filmi hatırlayacak olursak Kadir İnanır’ın annesi Fırat’ın zalim sularında can verdikten sonra, Kadir (Ahmet) bir daha kimse Fırat’ı geçerken ölmesin diye üstüne köprü yapmaya karar verir. Amacını gerçekleştirebilmek ve okuyup mühendis olmak için büyük şehre gider. Mezun olur olmaz takıntısı olan köprüyü yapmak üzere soluğu köyünde alır, fakat karşısında geçimlerini salcılıkla sağlayan köylüleri bulur. Neyse köprü sonunda yapılır, fakat Kadir'in en yakın arkadaşı Fikret köprünün biryerlerine bomba koyar, bunu öğrenen Kadir köprünün üstüne oturur, arkasından sevgilisi Necla (aynı zamanda Fikret'in de kız kardeşi)gelir yanına çöker, derken Fikret ve Necla'nın babası da gelir yanlarına çömer. Fikret de pişman olur, bombayı imha eder filan falan. Sonrası sanırım mutlu sondu filmde.

Sonuç itibariyle ben de Fırat’ın kenarındayım. Türkülere, ağıtlara konu olmuş zalim Fırat’ın, barajlarla tımarlanmış, ehlileştirilmiş bu hali Kadir’in bakışları kadar iç burkucu olmasa da zaten müsait olan bünyeye hüzün serpmeye yetiyor.

Birecik Barajı'nın kıyılarında tek eşli, karı/kocaları öldükten sonra dahi asla çiftleşmeyen, bu yönleriyle de doğada eşi benzeri az bulunur bi tür olan kelaynaklar yaşıyor. Göçlerde ve insan denen paçavranın verdiği av partilerinde telef olan kelaynakların geride kalan eşleri birer dul olarak hayatlarına devam ettikleri ve bir daha da seks yapmaya niyetli olmadıkları için, haliyle nesilleri tükenmeye yüz tutuyor. Göç etmesinler, ölmesinler, sevişmeye devam etsinler ve nesillerini tüketmesinler diye artık kafeslerde tutulan kelaynakların bir kaç senede bir göç etmelerine izin veriliyormuş. Rahat sevişsinler diye çiftleri ve sapları ayrı ayrı kafeslerde tuttuklarını da eklememe izin verin.





Birecik’te yürürken Misak’ı Milli sınırlarını sorguluyorum. Burda anlamadığım bir dil, ve anlamadığım insanlar var. Benim ülke bildiğim "şeye" ait değil gibi bir halleri var. Osmanlı millet sistemi altında işleyebilen ve bir anlamı olan idari yapının, Cuhuriyet’le beraber anlamını kaybetmiş olduğu çok net görülebiliyor. Burası bin yıllar boyunca şatafatlı medeniyetlere yuva olduktan sonra, kendi kendine bırakılmış, sadece tabelalarda varlığı hissedilen bir başka kimliğin zorlamasıyla boyunduruk altına alınmış bir Fırat köşesi. Özgürlükçü liboş ve milliyetçi faşist arasındaki çizgide ibrem hızla liboşa kayıyor. Bu insanların bu zorlama kimlikte ne işi var diyorum.

Aklımda Kadir’in delici bakışları, filme konu olan köprünün üstünden geri geçiyoruz. Şimdi Fırat’ın üstünde bir tekne turu yapacağız ve yapılan barajların içine sıkışmış, sıkışmışlıktan da kabarmış Fırat’ın boğduğu diğer su altı şehirlerini göreceğiz. Tekneye bineceğimiz Halfeti kentine doğru giderken, Kürt kasabalarını geçiyoruz, içimdeki liboş şahlanıyor. Halfeti, Baraj yüzünden suların yükselmesiyle tepelere taşınmış talihsiz bir kasabacık. Halfetililer yeni memleketlerine alışamamamışlar. Bunun sebebini tekneyle yarısı suların altına gömülmüş eski Halfeti'nin önünden geçerken anlıyorum.


Mardin gibi masalsı bir kent eski Halfeti, üstelik su kenarında olanından... Memluk ve Selçuklu mimarisinin en nefis örnekleri var burda. Tekne Fırat’ın yeşil, bol sedimentli sularında ilerlerken, sular altında kalan diğer masal kentlerin önünden geçiyoruz. Ermeni köyleri, Urfa kolonisi, kiliseler, suyun altından bir çığlık gibi gökyüzüne uzanmayan çalışan bir zamanlar uluymuş dedirten minareler... Tekne Urfa türkülerinin ve üstünde pişeyazan kebapların kokuları arasında yeşil yeşil süzülmeye devam ediyor.




Yine büyülü, acılı topraklara geldik diyorum içimden. Tur rehberi bağırıyor, "inince poşucuya götürcem sizi!" "La havle" diyerek kebap kokularını içime çekiyorum.

Akşam üzeri olunca tekneden inip, Fırat'ı ve Urfa'yı terkeyliyoruz. Ertesi sabah gün doğmadan kalkıp Antep'i ezberleyecekmişiz.

Tuesday, October 27, 2009

İşsizlik Güncesi-II

Tünel'den çıktım yola. Hava soğumuş çok, ama malum işsiziz, yürümek lazım eve. Adidas tükkanında durdum ilk, para harcamam pek hoş olmaz, taksiye bile binmemişken hele. Lakin durduramıyorum kendimi niye acaba? Neyse ki satış elemanı en rahatsız edicisinden çıktı. Kapıda karşılayıp, içerde gölge gibi seni takip eden, bir ağzının tadıyla askıları karıştırtmayanından. Bi siktir git diycem, ama kendi kendime de kızıyorum bi yandan, "o da zavallı işini yapmaya çalışıyo" filan falan diye telkin etmeye çalışıyorum. Neyse baktım olmiycak, gereksiz yere gericem ortamı, ben siktirip gitmeyi tercih ediyorum. Yürümeye devam. Hamamın yanından daldım Çukurcuma'ya doğru. Önünden hep geçip hiç durmadığım tshirtçüde durasım tuttu bu kez. Alışveriş yapmamam gerektiğinden bünyem tepki veriyo herhalde. Tshirtlere bakıcam ama bu kez de tshirtçünün elemanı bitti dibimde.
"Merhaba"
"Merhaba"
"Dükkanın dışında duruyorum ama tezgahtarım aslında"
"Hıhı"
"Bedenleri de bulunur isterseniz"
"Teşekkürler"
"Bağyan tshirtleri şu tarafta"
"Ok Sağolun"
(test ediliyorum herhalde)
"Promasyonumuz var, bir alana 2.sinde indirim"
(promasyon demesi daha zor değil mi yahu?)
"Çay içer misiniz?"
"Yok çok sağolun, sadece bakıyorum"
Bu noktada iritasyon yerini acımaya bıraktığı için, bi tshirt alıp çıkıyorum arkama bakmadan.

Yürümeye devam.

Çukurcuma'ya yeni bir ikinci el cd/plak satan bi dükkan açılmış, heyecanlandım görünce. Kod Müzik'in eski dükkanını hatırlattı Atlas Pasajı'ndaki. Hem dükkanın içi filan, hem de yeri çok güzel. Ne kadar mutlulardır diye düşündüm. Çukurcuma'dan Cihangir'e doğru yürürken, Mahir Günşiray'ı gördüm, herif yıllandıkça güzelleşmiş. Simirna'nın önüne geldiğimde nedense bir daha hiç şiir yazamayacağımı farkettim. Çok üstünde durmadan devam ettim. Borçlu olduğum veterinerin önünden her zamanki gibi omuzlarımı biraz düşürerek geçtim. Bizim sokağa geldiğimde, meyve almazsam sokağın ortasında duran seyyar meyveciden sitem işiteceğimi düşündüm. "Aldıklarımı bitiremedim bi türlü" derim, yoksa küsüyor. Neyse ki neşeli ve sitemsizdi, iki üç kelimelik bi selamlaşmayı da geride bırakıp eve yaklaştım. Bu kez de Çakma Kediş'in önümü keseceğini düşünerek endişelendim. Bu nedenle kapının önüne gelmeden, bir arabanın arkasına gizlenip, çantanın içinde uzun uzun anahtarımı aradım. Bu arama biraz fazla uzun sürmüş olacak ki, Çakma Kediş uzaktan dört nala koşarak geldi ve arabanın arkasında gizlendiğim yerde beni buldu. On dakika kadar onu sevmek zorunda kaldım. On dakikadan az sevince ısırıyor.

Mesaim bitmiş, yorgun bir şekilde eve girerken sokakta Ella Fitzgerald şarkı söylüyordu.

Sunday, October 18, 2009

Pazar Pazar

Bir Pazar öğleden sonrasında, pazaröğledensonrası modunda, kucağımda 5.5 kiloluk bir tekirle oturmuş internet turları atıyorum. Dışarıda aşağı komşum romatizma teyze, apartımanımıza yeni taşınan gay sesli çocukla balkon atışmaları yapıyor. Çocuğa hafiften acıyorum, romatizma teyze çok konuşur; teyzeye hafiften acıyorum, konuşacak birine çok ihtiyacı vardır.

Hararetli sabah kahvaltımızın üst başlıklarından biri Twitter olduğu için olsa gerek, internet turlarımın ilkini Twitter ve menzilinde atarak başladım. Hiç bir şeyden geri kalmamak ve her bi bok hakkında bilgi sahibi olmak takıntısıyla zamanında Twitter'a girmiş ama bir türlü "düzenli tweetler yayınlayan", ya da "düzenli tweet yayınlayanları takip eden kişi" mertebesine erişememiştim. Aman Allah'ım o da ne? Meğer neler kaçırmışım. Ben kendi küçükÇük dünyamda "friendfeed de friendfeed" diye tuttururken, kıçını sileninden, burnunu karıştıranına, attığı her adımı, yediği her boku sevenleriyle ve/veya halkıyla buluşturan celebrity takımını pas geçmişim. Allah benim belamı vere.

Büyük Türk düşünürü, Ertuğrul Özkök'den, Twitter profilinde kendini bi0 tarihçi/müzisyen olarak tanımlayan Murat Bardakçı'ya, gittikleri celebritiy partilerinden canlı tweetler yapan gubidik (gubilik değil rica ederim) mankenlerden, über idük Oray Eğin'e kadar herkesler bu ortamda takılıyomuş meğer. Bu meşhur insancıkların, kendileri gibi olabildikleri ve bunu hayran halk kitlelerine gösterdikleri şahane bir ortammış Twitter. O ne sansürsüzlük, o ne samimilik, o ne spontanlıkmış Twitter'da kol gezen. Ben de bu samimiyet dünyasında yerimi almak için ne gerekiyosa yapacağımı işbu bu yazıyla bildiririm.

Bu arada tweet sözcüğünü bilemeyen kör cahiller için hemen tanımlayacı cümle içinde kullanayım: "Halam tweet yapmıyo". İngilizcesi ise şöyle oluyo: "My aunt doesn't tweet".

Tuesday, October 13, 2009

"Ben dün neden kendimi yerlere attım?"...

...diye sordu adamın biri bana bugün. Bense avanak avanak yüzüne baktım. "Ben dün neden kendimi yerlere atıp ter ter tepindim, şimdi bunu düşünüyorum" diye devam etti istifini bozmadan. Malesef bir yetişkindim artık ve yabancılarla, hele hele normal gözükmeyen yabancılarla konuşulmaması gerektiğinin fena halde bilincinde, adımlarımı hızlandırarak oradan uzaklaştım.

İşsiz hayat, insanların, emeklilerin, esnafın, sokak köpeklerinin, garsonların, ev teyzelerinin, dilencilerin, artizanların ve partizanların gün ışığında neye benzediğini, bu kişi ve canlıların günlerini nasıl geçirdiğini bildiğin ve hayretle izlediğin bir hayat. Bugün, bana kendini neden yerlere attığını soran adamın dışında, dükkanının önünü üstüme doğru süpüren adam, yakışıklı olduğunu bildiği için gerine gerine yürüyen adam, o sezon için bir diziye kapağı atamayıp ortada kaldığı için sabahta akşama piyasa bi kafede oturan dizi oyuncusu adam gibi bi sürü karakter çıktı karşıma. Onlarla karşılaşmaktan memnunum kaldım. Tabi eskiden olsa bu adamlarla karşılaşmakla kalmayıp, onlarla sohbet eder ve macera olsun diye onlarla biyerlere giderdim herhalde, ama yaşım şimdilik bu karşılaşmalardan bile heyecanlanmaya müsait. Bakalım işsiz hayat nelere gebe?

Sunday, October 11, 2009

Yaz'la Gelen

Evet aylardır beklediğimiz Yaz Bebek o gece geldi hakkaten. Gelişiyle beraber hayatımızın bir daha asla eskisi gibi olamayacağının da müjdesini getirdi. Pişkin pişkin, büyümeyi reddeder halimize nispet, birer yetişkin olduğumuzu gözümüze sokarak geldi. Onu çok sevmenin yetmeyeceğini, onu korumak ve kollamak zorunda olduğumuzu, bu dünyayı elimizden geldiğince kendisine tanıtmamız gerektiğini hatırlatarak geldi. Ölümlerden ve doğumlardan afallamış ruhlarımıza bundan sonraki on yılın biz otuzlu insanlar için böyle devam edeceğini, bi dahaki on yılda ise artık doğumların bile olmayacağını, sadece ölümlere kalacağımızı fısıldayarak geldi. Ben de ona bu satırlarla hoşgeldin diyorum. Herşey çok güzel olmayabilir Yaz, çünkü burası değişik bi yer, ama ne olursa olsun yanında hep biz olucaz.

Friday, October 09, 2009

İşsizlik Güncesi

İşsizdim. Palamut mevsimiydi. Farmville usulsüz çiftçilik suçundan kapatılıp açılalı 3 gün, Hülya Avşar'a "Türk milliyetçisiyim" dediği bir röportajda "Halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla soruşturma açılalı 15 günden fazla olmuştu. Yurtta alacakaranlık endeksinin tavan yaptığı günlerdi. Ani endeks dalgalanmalından kaynaklanabilecek her türlü absürd, saçma, "çüş lan bu kadar da olmaz" dedirtecek şeye karşı idmanlı ve hazırlıklıydım. İşsiz olabilirdim ama güçsüz değildim. Gücüm yerindeydi maşallah. O sabah hiç açılamaz gibi duran bi kavanozu iki hamlede açmıştım. Bir önceki gün yere düşen bir tokayı ayak parmaklarımla yerden alabilmiştim. Anlayacağınız çeviktim de. Yani hayat beni yenemeyecekti, şaşırtamayacaktı, düşürüp çelme takamayacaktı, önüme takoz koyamayacaktı.

Bu kusursuz güne gündelik işsizlik takvimimi düzenleyerek başladım. İlk iş bugün doğacak ve aramıza katılacak veletin saat kaç sularında doğmayı planladığını öğrenmekti. Bütün hamileliği boyunca rahatlığı ve sakinliğiyle hepimizi sinir etmiş gizemli anne kişisi telefonda yine sinirbozucu bi sakinlikle "yeaaaa işteeee hastaneyee gidiyoruz, bikaç saate doğaaar belkii" dedi, benim heyecanlı çığlıklarımı yine bozguna uğratarak. Telefonu sinirle kapattım. Derken telefon tekrar acı acı çalmaya başladı, "hayırdır inşallah kim telefonu böyle acı acı çaldırıyor acaba?" diyerek usulca 3Gsi bile olmayan Samsun marka telefonuma uzandım (hayır sonunda g yok). Arayan sevgili kişisiydi. İşte, nasıldım, günümü nasıl geçirecektim, ne gibi planlarım vardı, bugün doğacak çocuklar kimlerdi, Kuruvasan'la buluşacak mıydım vs gibi bir yığın lüzumsuz soruya maruz kalıyordum. Soru sağnağı devam ederken birden gözlerim yanmaya ve yaşarmaya başladı. "Aha sevgiliye içimden lüzumsuz dedim diye oldu" dedim ilk anda, sonra göz yanmaları nefes alamamalara ve öksürük nöbetlerine dönüştü umarsızca ve kekremsi. Son zamanlarda aralıksız House seyrederek yarattığım "araştırmacı teşhis uzmanı" kimliğim, kurşun zehirlenmesi olabilir mi sorusunu getirdi kafama. Bu aralar çok fazla somon sashimi de yememiştim oysa ki, yaşadığım ev evet eskiydi, ama 2. dünya savaşından kalma değildi. Ustalıkla kafamdaki kurşun zehirlenmesi şüphesini giderdikten sonra evin içinde nükleer sızıntı olabileceğini düşenerek duvar diplerini kontrol etmeye başladım. Sızıntı var gibi gözükmüyordu. "Nükleer veyahut kimyasal sızıntı nasıl anlaşılır" diye girip google'a yazasım geldi. Telefonun diğer ucundaki sevgilinin "alo alooo" çırpınışları, bir dalga gibi kulağıma çarpıp sonra umarsızca (pardon umarsızca kullanmıştım az önce) evin boşluğuna yayılıyordu. Sıkıntılıydım.

Bu ruh hali içinde, nefes alabilmek ve ciğerlerimi rahatlatmak için kendimi balkona attım ve bunun sabahtan beri yaptığım en aptalca iş olduğunu derhal anladım. Nitekim evin tepesinde dolaşan helikopter olsun, dışardan gelen "kahrolsun IMF" sesleri olsun, hepsi gözleri kör, ciğerleri nefessiz kılan bir hava sarmalı içindeydiler. Bu yıkıcı hava, ota boka biber gazı sıkmayı artık bir görev bilen necip Türk Polisi'nin değerli eseri olmalıydı. Ve evet gerçekten de öyleydi.

Güzel bir işsiz sabahta, evimde otururken biber gazı yemiş ve öksürük nöbetine girmiştim. Ülke sınırları içinde bu da olmuştu, bunu da yaşamıştım. Bunları hazmetmeye çalışırken ben, protestoların ana hedefi olan IMF toplantılarının yapıldığı mekanlarda IMF sakinleri çatır çatır Youtube'a girmekteydiler. Hangi birine nasıl gülmek lazımdı bilemiyordum.

Gün, biber gazından yoğun bir şekilde etkilenmiş (yatak döşek kıvamında), o gün için planlanan buluşmaların hiçbirine gidilememiş (robocop polisler evden bütün çıkışları abluka altına aldıkları için)ve işsizlik keyfi saçmalık ızdırabına dönüşmüş bir halde bitmeye yüz tutarken bu kez acı tatlı çalan bir telefonla beraber 9 aydır beklenen haber geldi. Gizemli anne kişisinin sancıları başlamıştı, Yaz geliyordu, yoldaydı! Aylardır kapı arkalarında fısıltıyla konuşulan, akılları kurcalayan soru nihayet cevabını bulacaktı: "Ekim'de gelen Yaz olur muydu? Evden çıkıp istikameti Amerikan Hastanesi'ne doğrulttum. Bakalım ilerleyen saatler daha ne gibi absürdlüklere gebeydi. "İşsiz hayat pek heyecanlıymış" diye düşünerek doblo taksinin içinde gecenin derinliklerine doğru kayboldum.

Bir sonraki bölümde: Yaz gerçekten geldi mi, geldiyse nası geldi? Gelince ilk neler söyledi? Stay tuned...

Saturday, August 08, 2009

Hastalık Sayıklamaları

Geçtiğimiz hafta beni iki seksen yere seren bir bronşit hastalığından muzdarip tam bir hafta hiç durmadan yattım, aslında hala da yatmaktayım. Bu tip hastalık hallerinde “ay yaşasın kitap okurum” diye seviniyorum ilk, sanki sağlıklı halimle okuyorum gibi, sonra televizyonun ve internetin o sıcak, beni olduğum gibi kabul eden kollarına bırakıyorum kendimi. Neyse ki bu hastalık sırasında yapmayı en sevdiğim başka birşeyi yapma fırsatı buldum bolcana; doya doya, kana kana Kral TV seyrettim. Öyle güzel bişey ki bu, keşke ben de her Türk erkeği gibi askere gidebilsem ve sadece Kral TV'nin açık olduğu o kutsal ortamın havasını soluyabilsem dedirtiyor bana. Neyse Kral'da herşey bıraktığım gibiydi. Bu beni sevindirdi. VJ Bülent filan da yerli yerinde, Top Ten'in ilk basamaklarını hep tanıdık yüzler işgal etmiş. Sertab olsun, Sibel Can olsun, Kenan olsun hepsi sağolsunlar kırmamışlar bu yaz albüm yapmışlar ve her biri yememiş içmemiş listelerde üst sıralara yükselmiş. Gerçi Kral TV, kiçlikte (aka kitschlikte) Flash TV'nin ister istemez gerisinde kalmış ama, olsun o bir klasik. Neyse hipnotize olmuş bi halde, Kral'a bakarken, karşıma ilk olarak Gülben Ergen'in yeni bi klibi çıktı. "Aşkııım, adımızı göklere yazdırdım, arasına aşkımızı kondurdum" filan diye sonsuza kadar giden bir nakaratı var, arada da kibrit çak mak bişeyler diyo. Öncelikle birilerinin Gülben Ergen'e acil diksiyon dersi aldırması lazım. "Adımızı göklere yazdırdıııım nay nay nom" diye bağırınırken neden o mükemmel, pürüzsüz ve etli dilini sürekli gözümüze sokuyor. Bunu görmek zorunda olduğumuzu sanmıyorum. Yunanca veyahut İspanyolca söylese şarkılarını anlayacam ama böyle bol dil çıkartılan bi lisanda şarkı söyleyip üstüne Türkçe dublaj yapıyor gibi bi olayın yoksa şayet, bu kadar dile gerek yok, sonra neden benim klibim ucuz pornoya benziyor diye üzülürsün. Sonacıma şarkı esnasında "Bir kibrit çaksana çak çak çaksana çak çak çak çak" diye defalarca ve anlamsızcana tekrarların yapıldığı bi bölüm var, bu bölümde Gülben manasız bir çakmak çakma hareketiyle şarkıya eşlik ettiğini sanıyor. Yahu çakılan kiprit değil miydi, illa şarkıyı vücuda getirmek mi lazım? Lazımsa da neden kibrit çaktım derken çakmak hareketi yapıyorsun? Teallaam derken neyse ki Gülben'den Küçük İbo'ya geçiyor ekran. Mantar kılıklı İbo büyümüş, yağız bir delikanlı olmuş. İbo'yu çok fazla inceleyemiyorum, ekran görüntüsü malesef sadece son albümünün reklamı çıkıyor ve 20 saniye içinde ekrandan kaybolan İbo Jr. yerine sesinden Kibariye olduğunu anladığım sanatçı geliyor. Allalla bu Kibariye de değişmiş yahu filan deyip kafamı kaldırdığımda karşımda Ebru Gündeş'i görüyorum. Ebru Gündeş bu klibinde alenen Kibariye'yi taklit etmiş. O "hodey hodey hanım ağa, o satarım anasını ulan bu alemin, dinle lan şarkıyı dümbük" diye bağırınan bas bariton sesi, böyle buğulu bir varoş sesine dönmüş. Şarkı başladığında yeminlen Kibariye söylüyor sandım. Meraklılarına bahsi geçen şarkının adı "kızıl mavi"ymiş. Bu yeni triple yeni albümü etrafı kırıp geçer na buraya yazıyorum.

Gündeş'ten sonra Davut Güloğlu'nun "kopalım mı" adlı müthiş şarkısı başlıyor, yarabbim işte sentez budur!.. Bu satırları okuyanlar ironi filan yaptığımı sanmasınlar lutfen. Şarkıyı dinlerken Güloğlu'nun Ayder ve Bronx soundlarını harmanlayıp nefis bir kolaj yarattığını farkediyorum. Kıvrak hareketleri içimi hoplatıyor. Herif kesinlikle seksi, işini de iyi yapmış. Bi helal olsun çakıyorum içimden.

Şu Özgün'e bir türlü ısınamadım, adı bilmemne kadın olan şarkıya çektiği klipte Mirkelam taklidi olmaktan öteye geçememiş, artık gına getiren kirli top sakal hadisesini sadece kafası kazılı hiphopçularda görmeyi seviyorum. Onun dışında genelde seyrelmiş halde seyreden Türk erkeği saçının altında bulaşmış bok gibi duruyor.

Müslüm'ün kaliteli pop şarkılarını yeniden yorumlaması hadisesine ise bayılıyorum. Bu kadar mı yakışır popidik popidik şarkılar elin arabeskçisine. Müslüm, Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı" adlı eserini icra ediyor, "Bu serseri kalbim" derken, o ağzından akan serserinin r si olmak istiyorum, ayva tüylerim diken diken oluyor.

Son olarak karşıma beni dumur eden bir klip çıkıyor. Kenan Doğulu'nun bi şarkısı bu. Bu kadar beylik bi şarkı uzun süredir dinlememiştim. İsyan ediyorum hayata, dön gel, alışamam yokluğuna, gibi basma kalıp lafları ( hatta sanırım bu sadece bu üç kalıbı) tekrar eden bir şarkı. Bu şarkı gayet anlamsız, konusunun ne bok olduğu bile anlaşılamayan bir anime üstüne dakikalarca devam ediyo. Nedense oldukça erkeksi bir K.D. avatarı, havalı bir evden çıkıp bir kaç dakika sonra, 5. element hesabı havada giden arabalardan gelecekte bi zamanda varolduğunu anladığımız bir sokakta boş boş yürümeye başlıyor. Yürüyor yürüyor duruyor ve bitiyor. İçimdeki Kral sevgisi bile bir adet daha video klip izlememe izin vermiyor. Umarsızca Flash TV'ye zaplıyorum. Belki bi yelekli köçek möçek bi bişey karşıma çıkar, rahatlarım.

Saturday, July 25, 2009

Blog Böreği

Karar verdim madem romancı olamıyorum ben de çok sıkı bi blogcu olucam. Hep yazıcam hep güncelliycem. Bu amaçla, casusluk yapmak ve blog dünyasında neler olup bittiğini anlamak için başka blogları takip etmeye bile başladım. Anladım ki bir blogcu olarak en az 100 tane takipçin yoksa bu alemde bi hiçsin o yüzden, ben de takipçi edinebilmek maksadıynan bi tarif oluşturmaya çalışıyorum kendi kendime. Şimdiye kadar tarifin içine koyduğum malzemeler şu şekil: Baz olarak bol miktarda dobralık ve harbicilik (bulursanız benim aklıma gelmeyen, r harfi içeren benzer başka tabirleri de kullanablirsiniz), bi kiprit kutusu günlük trendler, göz kararı komikçilik ve şakacılık ama çaktırmadan, her 3 ölçek ciddiyet için inceltici olarak muhakkak bi ölçek hafiflik, hafiflik yoksa kendinle dalga geçme de olur. Bu malzemeler kısık ateşte yavaş yavaş karıştırılarak kaynatılır ancak son taşımda muhakkak biraz su eklemek gerek çünkü karıştırılarak yapışık ağda kıvamına gelen yazı biraz sulandırılmazsa çok ağdalı olma tehlikesi taşıyacaktır. Bu karışım soğuduktan sonra istenirse ekstra lezzet için üzerine bir miktar ilişkiler hatta temin edilebilirse karşı cinsle ilişkiler serpilerek servis yapılabilir. Bu tariften yola çıkarak gerçekleştireceğim ilk denemem pek yakında...

Friday, July 24, 2009

Internet Tekkesi

Bu aralar oldukça boş olan günlerimi fazlasıyla internette dolanarak geçiriyorum. Durum böyle olunca her türlü blogdu, sosyal ağdı, zırttı pırttı okunuyor haliyle. Esasında yaptığım şey tam olarak okumak değil de, devlet hastanesinde ya da vergi dairesinde sıranın gelmesini beklerken kazara yan koltukta bulduğun bir gazete ekine bakmak gibi birşey. Bilinçsiz bir yarı okuma, yarı bakarak uyuşma hali. Arada faydalı şeyler de okumaya çalışıyorum ama bu internette zaman öldürme bulutu öyle birşey ki, seni içine aldıkça uyuşma ve tembelleşşme buharının içinde kayboluyorsun. Kendini Çin mahallesinin ara sokaklarında bir afyon tekkesinin içine tıkılmış ve dışarı çıkacak gücü tamamen kaybetmiş gibi hissediyorsun (afyon tekkelerinde çok zamanım geçti ordan biliyorum). Düşünmek veya stimüle olmak zul geliyor. Kelimelerin azalıyor, konuşmak ve yazmak için kullanacak kelime bile bulamamaya başlıyorsun. Bu aralar Öcalan mapusta Derrida okuyor diyerek, kendimi zorlayarak (yine) internet üzerinden Derrida okumaya çalıştım, öyle bir geri tepti ki, 3 saatimi boş gözlerle Facebook'a bakarak geçirmek zorunda kaldım, ancak öyle toparlayabildim kendimi. Bir daha da alıştırma yapmadan (mesela ciddi bir gazetede ciddi bir makaleyi tam olarak okumak gibi) bu gibi okumalara girmemeye karar verdim.

Tuesday, July 14, 2009

Tuhafiye II

Tuhafiye dizimizin bugün ki bölümünde yerel tuhaflıklardan bahsedeceğiz. Bu tuhaflıklar her gün karşımıza çıkan, artık kanıksadığımız ancak yoldan geçen bir turisti kenara çekip seyrettirdiğimiz zaman göz bebeklerini yuvalarından fırlattıracak cinste olanlar.

Bu bölüme dükkanının önünü süpüren insanla başlamak istiyorum. Dükkanının önünü süpüren insanın tuhaflığı süpürürken faraş kullanmamasındadır. Dükkanının önünü süpüren insanın beyni, küçükken büyük bir talihsizlik eseri, "herkes dükkanının önünü süpürürse sokaklar temiz olur" önermesiyle yıkanmıştır. Bu yüzden dükkanının önündeki pislikleri sokağın ortasına doğru, hatta yürüyenlerin üstüne üstüne gelecek şekilde süpürürken gamsız ve tasasızdır. Bu kişi büyük ihtimalle daha sonra daha da anlamsız başka bir harekete imzasını atacak ve dükkanının önünü , eline aldığı bir kaç avuç suyu gelişigüzel serpmek suretiyle, yerler çamur bulamacı olana dek bu işlemi tekrarlayarak, ıslatacaktır. Çünkü dükkanının önünü süpürme ve dükkanının önünü ıslatma başabaş giden iki tuhaf harekettir. Doğasında gelişigüzellik olan serpme/ıslatma işlemi, daha önceden sokağın ortasına doğru süpürülmüş olan tozun/kirin/çöpün de mutlak suretle ıslanmasına ve ortalığın daha da iğrençleşmesine yol açacaktır. İstiklal caddesinin ara sokaklarında yürürken son iki aydır hiç yağmur yağmamış olmasına rağmen çamur içinde kalan ayakkabıların ardında yatan esas neden işte bu tuhaf eylemleri tatbik eden tuhaf ama gerçek kişilerdir.

Yine beni benden alan yerel tuhaflıklardan biri de ülkem insanının her fırsatta "sistem" demek istemesidir. Sınıfsal bir ayrım gütmeyen sistem deme güdüsü çok ilginç enstantanelerde ortaya çıkabiliyor. İşte yerel tuhaflıklar listesine üst sıralardan girmeyi hakkeden bir örnek... Dün akşam "Yemekteyiz" programında yine herkes birbirine bok atarken, içlerinden biri o akşam köfte pişireceğini duyduğu kişiye hitaben şu sözleri sarfetti: " Ne köftesi yiyeceğimizi bilemiyorum, Türkiye'nin değişik yörelerinde farklı köfte sistemleri var"

Ülkemizde ev ziyaretleri de değişik tuhaflıklar içeren, bu sebeple yoğun gözlem ve analizi hakkeden süreçlerdir. Geleneksel ev ziyaretleri zaten fazlasıyla tuhaflık içermektedir ama Anadolu'da tezahür edenler ayrı bir tat ve dokudur... Örneğin herşeyin bir sırası vardır. Evine gelen misafire zort diye çay ve un kurabiyesi ikram edersen mesela bu çok büyük bi ayıptır. Öncelikle soğuk bir şey ikram edilir. Soğuk içecek kategorisinde ikram edilen, genellikle kola ya da çocuğa bakkaldan o anda aldırıldığı için sidik kıvamında olan meyveli gazoz olur. Bu faslı kahve takip eder. Misafir soğuk meşrubattan son yudumunu alırken kahvesini nasıl istediği sorulur lakin bir sonraki fasıla, yani "çay"a geçebilmek için kahveden itibaren makul bir süre geçmesi gerekmektedir. Ancak o makul süre geçtikten sonra çay ve çaya eşlik eden yiyecekler misafirin önüne sürülebilecektir. Makul süre geçmeden ortaya çıkarılan çay, misafire "defol git" demekle eşdeğerdir. İşte bu yüzden yeteri kadar zaman geçmeden çay ikramına maruz kalan misafir tuhaftır ki darılıp gücenme hakkına sahiptir. Çay faslı da bittikten sonra "allaaşkına yemeğe kal" süreci başlayacaktır ama o apayrı bir yazının konusu olarak şimdilik rafa kalksın.

Bütün bu nano zamanlamaların hükmettiği çay, kahve, meşrubat servisleri arasında gerçekleşen ve Anadolu'yu büyük şehirlerden bir sıfır öne çıkaran başka bir tuhaflık daha vardır ki, yerel tuhaflıkların kanımca en sevimli ve komiklerindendir. İstanbul'un dışına çıkar çıkmaz, ve hatta kentlileşmeden nasibini almamış bazı İstanbul semtlerinde, misafirler ve ev sahibi arasında adeta bir atışma gibi tezahür eden bir "nassınız" lar savaşı yaşanır. Salonda bulunan her misafirin ev sahibi mevkisindeki her kişiyle kombinasyonu kadar nassınız sorusu sorulur. Karşılıklıklı bire-bir kombinasyonlardan oluşan "nassınız"ları, "daha daha nassınız", "anan nassı", "baban nassı", halangiller nassı", enişten nassı, "eniştenin kaynı nassı", "dünürlerin nassı" diye sonsuza kadar uzanan bir dizi başka hal hatır sormalar silsilesi takip eder ve belki de 4-5 saat süren bir ev oturması herkesin nasıl olduğundan başka birşeyin konuşulmadığı, nasıl olunduğuna dair sorulan sorulara verilen cevapların pek de dinlenilmediği, bol bol sıvı alınan ve uzun uzun servis yapılan bir tuhaflıklar dizisi olarak yerel tuhaflıklarımız arasında yerini sağlamlaştırır.

Tuhaflıklar dizisi ister istemez devam edecek...

Geçip giden huuuu, zamanları huuuu, bir yerlerde bulsaam

Hatırlamak insanın “kendi” olmasıyla ilgili çok ilginç bir hadisedir. Ben olmanın, benlik bütünlüğünün bir parçası, bir kesintiye uğramama telaşıdır. Geçmişten bir dilimi aklına getirip onun her gününü hatırlamaya çalışan var mı başka bilmiyorum ama kokusuyla, duygusuyla, sesleriyle hatırlanabilir istenirse mevzu bahis dilim. Genelde bölük pörçük gelmeye çalışır geçmişten salınarak gelen anlar... Beyindeki sessizlik içinde, dilimin zamandaki donmuşluğunun içinden koparak şimdiye kaçmış bir kahkaha çınlar ve sonra yine sessizliğe bürünür beyiniçi, ama bu, kişinin motivasyonunu bozmamalı ve yeterli konsantrasyonla hatırlanmak istenen dilimin kesintisiz olarak da çağırılabileceği unutulmamalıdır. Bu egzersizi uygulamak değişik bir tecrübedir. İçinde bulunulan andan tamamen kopmak ve dilime ait bütün izlenimleri, beş duyunun tüm deneyimlemelerini, duygularını çağırmak gerekir. Bu süreç "Televizyon seyrediyordum, sonra taze çiçek kokusu duyup sağa bakmıştım, fonda hep devam eden duygum duyarlılık acısıydı..."diye beyinde akan bir roman yazmak gibidir adeta. Zevklidir ama çok da tavsiye edilmeyebilir uzmanlar tarafından.

Geçmişe asılan ve unutmamaya çalışarak, geçmişi umutsuz bir çabayla da olsa yaşatmaya çalışan kişilere genelde acınır. Bu kişiler şimdiyi kaçıran, "an"ı yakalayamayan kaybedenlerdendir. Oysa mutluluk guruları tarafından sürekli olarak pohpohlanan, şimdiyi tanımlamak için de kullanılan “an” dediğimiz şey nedir ki? Zayıf, cılız, düşüncelerden ve tortulardan arınmış bir yaşantı parçası.... Oysa geçmiş öyle mi? Zaman içinde daha da oturan/olgunlaşan duygusuyla ağdalı bir gerçekliktir. Ama yitirilmiş bir gerçekliktir bir yandan. Hatta gerçek bile değildir çoğunlukla, aklın oyunlarıyla yeniden şekillenmiş ve kişiliğin labirentli yollarından geçerek değişime uğramış bir meta gerçekliktir. O belki de hiç varolmamış metagerçekliğe erişme çabasıyla geçer bir kısımın ömrü. Ve yine modern dünyanın mutluluk tüccarları tarafından, biraz haklılık payı taşıyan ama çokça da zalim, bir horlanmaya maruz kalır o kısım.

Hatırlamanın yan etkilerinden biri de özlemektir. Özlemek, “ben”in bir parçası olan o zaman diliminin geri dönmeyecek olması, onu hatırlamak ama yaşayamamak, burnunun sızlaması, dilimi geri istemek ama alamamak, ileriye bakmaya çalışmak, "an"a odaklanmak ama becerememek gibi bir yığın iç sıkıntısına sebep olur. Yine sanılır ki, özlenen dilimde var olan "ben" yitmiş, yerine başka bir "ben" gelmiştir. Böyle durumlarda yaşanan özlem duygusunu en iyi, sözcüklerle değil de, burun, göz ve boğaz arasında hissedilen, ılıktan daha sıcak o baskı ile tarif etmek doğrudur. Bu gibi durumlarda 1-özlenen dilimin yine "ben"in ta kendisi olduğu, 2-kişinin dilimle ilişkilendirdiği "ben"den "şimdi"de ayrıştığını sandığı ama aslında kimsenin kendinden ayrışamayacağı ve 3- aslında o "ben"in yine yerli yerinde olduğu 100 kere bir deftere yazılmalı ve günde 3 kere yemeklerden önce ve mümkünse öğünler arasında tekrar tekrar okunmalıdır. Yetmiyorsa yakınlarda olan bir dost/arkadaş vb yakalanıp, "Bana bak o da sensin, bu da sensin, sen kaybolmadın aynı şekilde yaşıyosun şapşalak" dedirtmek suretiyle kafaya dank ettirilmelidir.

Tuesday, June 30, 2009

Tuhafiye

İnsanların sahip olduğu tuhaf özellikler ve alışkanlıklara takmış vaziyetteyim. Ben çok mu normalim, pek değil ama yine de farkettiklerimin bazılarını dile getirmeden edemeyeceğim.


Yükseklik merakı mesela hep ilginç gelmiştir. Nereye bir turist olarak gidersek, orada hemen yüksek bir yere çıkmaya bayılırız nedense... Nerde yüksek bina, oranın tepesine çıkıla. Tepeden bakmak insana neden bu kadar haz veriyor düşünmek lazım. Hakimiyete bu kadar meraklı mı insan oğlu? Neden durduğu yerden çevresine bakıp bunu takdir edemiyor da yükseğe çıkıp bakınca “anaa ne güzelmiş, ne büyükmüş” filan diye heyecanlanıyor?

Bir başka tuhaflık bazı tuhaf konuları dile getirmekten alınan garip haz. İnsanların güneşe maruz kaldıktan sonra içine girdikleri soyulma safhasından müthiş bir haz aldıklarını gözlemekteydim uzunca bir süredir, şimdi buna ek olarak bundan bahsetmekten de tuhaf bir haz aldıklarını görüyorum. Hele bir de yazlık bir yere giderseniz, etrafta sürekli derilerinin nasıl cillop gibi soyulduğunu anlatan insanlarla karşılaşabilirsiniz. Şaşırmayın katılın. Hatta mümkünse sıyırın gömleği, tshirtü ya da ne varsa, birilerine soyulan göbeğinizi, omuzunuzu filan gösterin. Ben en son bugün işyerindeki asansörde nasıl da soyulduğunu anlatan, anlatırken de hevesle gösteren bir kızla karşılaştım.

Başka bir tuhaflık dile getirmek istediğim, kim daha şişko yarışması, ay göbeeğe bak kat kat kıvrım kıvrım, ay esas sen benimkine bak topak topak... ay yook allah aşkına burdan yak filan da falan diye devam eden anlamsız bir sidik yarışı silsilesi insanlarda. Kimin daha şişko olduğu neden bu kadar önemli? Ağırlıklı olarak kadınlar arasında görülen kim daha şişko yarışması 12-52 yaş arasındaki şehirli kadınlarda tezahür ediyor gözlemlerime göre.

Palavra bilgi sallamak... İlk kez bu zırvalıkla lisede karşılaşmıştım. Bizim servisten bir kız, yoldan geçen bir arabaya bakıp 1973 model hede hödö diye sallamıştı. Ulan araba hiç 1973 model gibi gözükmüyor ama kaç model olduğunu söyleyecek bilgiye sahip değilim ama bariz fena halde eski bir araba, yani oyle 20-30 yıllık değil en az bir 80-90 yıllık. Ama kız o kadar net ve emin konuşmuştu ki, o zamanlar muhalefet etmek konusunda da çok yeni olduğumdan, sustum oturdum. Şimdilerde de herkes bir başbilen. En iyi deniz börülcesi nerde bulunur, Osmanlı’nın yıkılmasının ardında yatan gerçek sebepler nelerdir, parçacık bilimine göre dünya üzerinde hız hangi değişkenleri içerir vb gibi. Ne gerek var? Sohbetlerde bizi bir sıfır öne geçirmekten başka bir faidesi bulunmayan ve üstelik de etraflıca araştırılmadan ve hakikate ulaşılmadan sallanan bu bilgileri bir kenara koyup çok gerekiyorsa daha faydalı olan ilk yardım, trafik kuralları vb gibi alanlara yoğunlaşsak ve illa paylaşmak gerekiyorsa bu tür bilgileri meze sofralarında, ortamlarda filan fiyakayla paylaşsak...

Diğer bir şaşkınlığa garkeden mesele de bazı insanların “o değil de” diyerek karşısındakinin lafını bölmesi. Misal iki kişi konuşuyorlar.... Biri heyecanlı heyecanlı birşey anlatıyor, beriki karşısındakinin söylediklerine tepki, yanıt filan vereceği yerde, “o değil de” diye başlayıp, karşısındakini hiçleyen ve bir anda kendini gündem maddesi yapan bir monoloğa başlıyor. “O değil de” ne demektir yahu? "Sen bi sus da ben konuşayım" demenin en boktan yöntemi bence. “O değil de” yerine açık ve net "siktir git" demek bile daha erdemli kanımca.

Son olarak korna çalma tiki olan taksiciler... Bunu da ota boka korna çalanlarla karıştırmamak lazım. Benim bahsettiğim düpedüz tik. Eminim hayatınızda bir kere de olsa rastlamışsınızdır, bomboş caddede giderken bile belli aralıklarla kornasını düttüren o manyak şöföre. Düttüre düttüre gider, burda önemli olan husus her çaldığı korna arasındaki verdiği minik ritmik estir. Bu es sırasında yolcunun içindeki huzursuzluk artar ve bir sonraki kornaya kadar devam eden bir bekleyiş başlar. Çok da uzun süre bekletmeden (maksimum 30 saniye) gelen bir sonraki korna hem yolcuyu hem taksiciyi katarsise ulaştırır.

Yaşasın tuhaflıklar dizimizin ilkiyle size binlercesi arasından bir potburi yapmaya çalıştım... İnsan tuhaflıklarıyla şaşırtmaya devam ediyor. Bunları yerel ve evrensel olarak ayırmak da mümkün. Önümüzdeki günlerde devam edeceğiz.

Saturday, April 18, 2009

Kedişimsi

Her zamanki gibi memleketin durumu vahim, yazacak çok şey var ve nereden başlayacağımı bilmiyorum. O yüzden aylardır cebir, hile ve duygu sömürüsü yollarını kullanarak eve girmeye çalışan kedinin hikayesini yazayım. Senelerden 2008 ve aylardan sanırım Ekim'di. Türkiye hala iki kutuplu ve liboşlar hal ve gidişattan hala mutlu mesut idi. Bizim apartımanın 1000 yaşındaki bazı sakinleri bir apartıman toplantısında darbe yapıp "herkes kombiye döne" diye fetva verdiğinden beri aradan 5 ay geçmiş, benim ev sahibinden hala pek ses çıkmamıştı.

O dönemlerde yaptığım sonsuz seyahatlerin birinden bir Pazar akşamı eve döndüğümde, en sevdiğim kedim Kediş'i göremedim. Biraz adını çağırıp etrafa baktıktan sonra hafif artan bir panikle haftasonu Kediş'e bakmaya gelen annemi aradım. Anneme Kediş nerde sorusunu sorar sormaz gelen korkunç sessizliğin içinde, sessizliği takip eden daha da korkunç cevabı beklemeden ağlamaya başladım tabii ki. Korkunç cevap zaten 3 saniye içinde geldi. Babamla bir olup, kapıyı açık unutup Kediş'imi kaçırmışlardı. Benim telefondaki ağıt yakan halimden ve nefesim kesilinceye kadar ağlamamdan oldukça tırsan annem Rusya sınırına yakın evinden kalkıp gecenin bir yarısı Cihangir'e geldi. Takdir ettiğim bir performans gösterip o gece benimle beraber ve ertesi gün ben işe gittiğimde tek başına sokaklarda Kediş'i aradı. Hikaye de aslında tam da bu noktada başladı. Ben hazretleri ağıta ara vermeden sersefil perperişan bir halde işe gittikten yaklaşık bir kaç saat sonra annem arayıp Kediş'i ya da ona çok benzer başka bir kediyi bulduğunu, eve aldığını o kedinin yani Kediş'in ya da çakma Kediş'in çok mutlu olduğunu evi hiç yadırgamadığını, yemek yiyip kakasını yaptığını şimdi de yatağında uzanmış keyifle yalandığını anlattı. Çok uzatmadan atlayıp eve gittim, ve gördüm ki evde gerçekten de etrafını zerre kadar yadırgamayan çok mutlu gözüken tekir bir kedi vardı ama Kediş değildi. Kedişimin kumunda bu yeni kedinin boklarını görünce çok fena oldum. Böğürerek ağlamaya başladım yeniden. Yine de Kediş'imin kısa bir süre sonra bulunmasıyla beraber bu çakma Kediş'ciğin kapı dışarı edilirken gözlerinde gördüğüm hüznü de hiç unutamadım. Unutmama pek izin de vermedi işin aslı. O gün bu gündür, kapının önünde yolumu kesip, hiç bıkmadan usanmadan eve girmeye çalışması, en iç parçalayıcı tonlarda miyavlayıp, verdiğim yemeğe elini bile sürmeyip tek amacının sevgi ve sıcacık bir ev olduğunu anlatması en taş kalpleri bile yumuşatacak, eskiden TRT'de Pazar sabahları yayımlanan çocuk ağlatan hayvanlı filmleri aratacak cinsten. Üstelik artık sokağın başından itibaren pusu kuruyor. Geçen gün eve doğru yürüyorum, baktım bir kaç kedi sokağın köşesinde king döndürüyolar, içlerinden biri kafasını king masasından kaldırdı, gözlerini bana dikip tanımaya çalışırcasına kıstı... Bir süre bakıp kim olduğuma kanaat getirmiş gibi yaptıktan sonra (ki gözlüğüm olmadığı için ben kendisini tanıyamıyorum bu esnada), depar atarak koşmaya başladı üstüme doğru... Sonra evin önüne yaklaştığım bir noktada köşeye kıstırıp (evet çakma Kedişmiş tabi) yine bir sevgi ve sıcak yuva talebi, yalvarışı... Her gün ayrı bir tonda, ayrı bir yerde yakalayıp yalvarıyor. Ben de ülkede McCarthy rüzgarları eserken en büyük meselimin çakma Kediş olması için çabalıyorum, herhalde belli oluyordur.

Tuesday, March 24, 2009

beyine vidyoçip

İnsanoğlunun kendi küçük hayat dilimini yaşaken bazen yalnız yakalanması büyük talihsizlik. Geçenlerde Mahmutpaşa'dan 6 çifti onliraya çorap alırken düşündüm bunu. Fiyatlamanın enteresanlığını hiç farketmemiş gibi yapıp devam edecek olursak, seyyar çorapçı, çoraplar hakiki nike diye satmaya çalışıyordu kendisiyle karşılaştığımda, sonra benim Nike amblemini istemediğimi anlayınca Nike yazıları iki yıkamada çıkıyor garanti veriyorum diyerek satışını tamamladı. Bu ve bunun benzeri bir sürü anlatılmaz yaşanır tadında hikayeyle bezeniyor gündelik hayatımız. Ağlarken ufaklığın gelip gözlerimi keyifle yalaması, yoldan geçen eskicinin etrafta kadın görür görmez, eskici yerine "sikiciiiiii" diye bağırması... Bunlar işte hep o anlatıldığında keyfi kaçan, ama bir yandan deli gibi paylaşılmak istenen o yüzden de tek başına yakalanılmaması gereken hadiseler. Burdan bilimadamlarına sesleniyorum... Beynin içine kameralı bir çip yerleştirdiğiniz gün, feza meza hikayedir, gerçek devrim budur. İnsanoğlu hem bu sayede anılarına sahip çıkabilecek, hele ortamlarda abartmaya meyilli "anne" filan türünde insanlar varsa o öyle değil böyle olmuştu diye lafı anında çakabilecek, hem de belki alzheimer filan gibi unutkalık içeren hastalıklarla bu chip sayesinde başedebilecek, hem de işte başına komik ya da enteresan birşey geldiğinde bunu keyfi çoktan kaçmış bir şekilde anlatarak mal durumuna düşmeden eşe dosta seyrettirebilecek.

Friday, March 06, 2009

Hoşgeldin Mart Abi

Bu sabah yine manyak gibi yağmur yağıyordu. Evden çıkıp arabaya doğru yürürken Cannes fatihi Nuri Bilge Ceylan’a rastladım. Kendisi bir üstteki daha nezih sokakta oturup, bizim sokağa arabasını park ettiği için kılım zaten. Bir de adını hiç söyleyemiyorum, sürekli Zeki Demirkubuz diyesim geliyor. Zaten Demirkubuz filmleri çok daha güzel bence. Böyle tropik tropik yağan yağmurun nedense mutlu edici bir etkisi oluyor. Hava sıcak ve gökyüzünde sarı bir renk. Sanki buraya ait diilmiş gibi eğreti eğreti ama bir yandan da son sürat düşen damlalar. Neysecime, Nuri’ye kıl ola ola arabaya doğru yürüdüm, insanların üstündeki tropik telaşı farketmenin verdiği keyifle sokağın başında genelde güneşlenmeyi seven ama bugün ıslanmayı tercih eden dombili ve bin yaşındaki köpeğin de başını okşamayı ihmal etmedim. Bir yandan yürürken bir yandan da hayırdır inşallah bu ne keyif bendeki diyerekten de şaşırıyordum.

Arabaya binip radyoyu açınca David Gilmore’un doğum günü olduğunu öğrendim ve iyi ki doğmuş diye düşündüm. Yolculuğum boyunca müthiş mor ve gösterişli giyinmiş 65 yaşlarında bir kadın, şemsiyesiyle taksiye vuran bir adam, paytak paytak yürüyen şişko bir zenci teyze, ve yağmura aldırmadan yürüyen şemsiyesiz ceketsiz evsiz bir adamcık dikkatimi çekti. Bir yandan da başım ağrıyordu. CHP’nin Mustafa Sarıgül’e halef olsun diye Muharrem Sarıgül adlı birini Şişli Belediye başkanı adayı olarak göstermesinin ardındaki hin ama aynı zamanda bir o kadar da geri zekalı zihniyeti düşündüm bir süre. Etraf bu Muharrem denen adamın anlamsız flamalarıyla ve Mustafa Sarıgül’ün çakma Obama posterleriyle donatılmıştı zira. Tabi Muharrem Sarıgül’ün Belediye Başkanı seçilmesi durumunda tükürdüğümü dürüm yaparak yalayıp yutmam gerekecek bunun da farkındaydım ziyadesiyle. Yolculuğumun sonuna doğru gelirken bir iki slalom yaptım arabayla. Önümdeki psikopat minibüsü geçip kırmızıya takılmamaktı hedefim ama her cengaver Türk şöförünün başına gelebileceği gibi minibüsü sağlayıp sollarken bir belediye otobüsü beni biçmeye hazır bir şekilde önüme kırdı canavarını. Hüzünle frene basıp kırmızıda durdum ve önümde kırmızıya aldırmadan devam eden hayvanın egzost dumanını seyre daldım.

Yolculuğum sona erdiğinde keyfimin hala yerinde olduğunu mırıldandığım şarkıdan anladım. Sabahlar güzel şeyler velhasıl. Hele Cuma’ysa, hele bahar gelmek üzereyse, hele hayat kısaysa, hele de bi üzülmek bi boka değmiyosa vs vs vs.

Friday, February 06, 2009

Ilık Sayıklamalar

Yine bir rüyayla başlayalım. Bu aralar açık kıçın ötesinde bir manyaklık silsilesi içinde uyku alemi. Uçarken bir kartalla çarpışmamı, bütün yer ve zamanların birbiri içine girmesini filan bir kenara bırakıp, beni en çok etkileyen ve uyanmama sebep olan kısmına geleyim hemen dün geceki rüyamın. 7-8 yaşlarında bana manevi ve biraz da fiziksel olarak işkence ettiğini düşündüğüm bir kız çocuğunu camdan aşağı fırlatıyordum, kız çocuğu kanlar içinde yerde yatarken düşündüğüm tek şey "elimden başka bir şey gelemeyeceği" idi. Çocuk sonunda kurtarıldı, üstü başı kan ve sargı içinde yanımdan geçerken kahkahalar atıp işte sen böyle bir insansın diye haykırdı. Uyandığımda çocuğun bana hissettirdiği tek şeyin çaresizlik olduğunu anladım. Çaresizlik insanoğlunun hissedebileceği en beter duygu, ötesi yok.


İçindeyim diye demiyorum ama, 30’lu kadınlar gerçekten hayran olduğum bi segment. Deli, renkli, olgun, vahşi, risk alan, ve hayatı tadan, biraz hüzünlü, ama canlı. Son yıllarda bu segmentte yeni bir eğilim oluşmaya başladı, şiddetle desteklediğim ama biraz da kıskanarak anlamadığım... Bu eğilimin ismi: genç erkekler. Genç erkeklerle beraberlik, ki erkeklerin oldukları yaşın en az 10 yaş gerisinde bulunduklarını herkes bilir, 30’lu bir kadının bir ergenle beraber olması anlamına geliyor ki, işte bu kısmını çok anlayamıyorum. Evet eminim içlerinde çok olgun müthiş şahane olgunları da vardır ancak bu durum 10 arkadaşımdan beşinin genç (kendilerinden 10-15 yaş küçük) erkeklerle beraber olmasını açıklayamıyor.

Hayat sorgulamaları her yaş aralığında vardı; ergenlik, 20li yaşlar ve 30lar ziyadesiyle... 40lar ve 50leri merakla bekliyorum. Bu yazı nedense bana kendimi Çetin Altan gibi hissettirdi. Alakasız olabilecek paragraflar ama okuyucuya fısıldanan bir alaka ihtimali...

Yağmur bir acaip yağıyor bugün.

Monday, February 02, 2009

Kusturica ve Ergenekon

Emir Kusturica ve Marquez’in bir olup senaryosunu yazdığı bir rüya gördüm dün gece. Müge’nin oğlu Emre büyümüş ve sarman bir kediye dönüşmüştü. Konuşmayı da yeni öğrenmiş yavru bir kediydi. İçim inanılmaz bir sevgiyle doluydu. Yıldırım Türker bisexüel olmuş karı kıza yazıyor, evinde travestilerle sex partisi veriyordu. Bir deniz kıyısı kasabasında, denizin üstünde koccaman bir sofra kuruluyordu, derken dev bir ahtapot tutmuş tır tır bir balıkçı iskeleye yaklaşıyordu. Ahtapot başına geleceklerden habersiz, teknenin içinde alkış tutuyordu. Koccaman sofrada biz şarkılar söylerken, masamız yavaş yavaş sulara gömülüyordu. Sonra herkes birinin omuzunda suyun yüzeyine çıkıyordu. Kıç açık kalması ne güzel bir açıklamadır, muhtemelen sadece vatanım toprakları dahilinde kullanılan bir tabirdir.


Bu sayfalara yazmadığım şu bi kaç ay içinde, Türkiye'nin de kıçı açıkta kalmış olmalı. Akıl ve hayalin sınırları dahiline girmesi mümkün dahi olmayan zincirleme olaylar cereyan etti ve hala kimse çimdik atmıyor... niye anlamıyorum. Neler oldu, yaşananların ağırlığı vs gibi konulara hiç girmeden, olup biteni babanemin başına gelen komik bir hadiseyle özetlemek istiyorum.

Adeta Ergenekon'cu kıvamında fanatik kemalist olan 85 yaşındaki babanem, Mustafa filmini mesela, göz yaşlarıyla ve taşkın bir hınçla protesto etti. Hayatında CHP dışında bir partiye asla oy vermemiş olan emekli öğretmen babanem İlhan Selçuk göz altına alındığında da göz yaşlarına boğulmuş ve benzer bir hınçla dolmuştu. Ergenekon soruşturmasının en hızlı günlerinden birinde telefonu çaldığında, kulaklarında %90 işitme kaybı olan babanem, telefonun ucundaki insanın şöyle dediğini iddia etmektedir. "Hanfendi sizi Ergenekon davası yüzünden arıyoruz, soyadınız Kubilay olduğu ve zamanında Ergenekon apartmanında oturmuş olduğunuz için bu davada siz de......Çat!! Bu lafları duyduğunu iddia eden babanem "yeni derin devletin" onu bulduğunu düşünerek telefonu korku içinde kapatır. Ne için bulunmuş olduğuna gelince....Bu telefondan sonra babanem, yılmaz bir Cumhuriyet okuyucusu, Kubilay soyadlı emekli bir öğretmen ve CHP yandaşı olmaktan dolayı göz altına alınacağına ciddi ciddi inanmaya başladı. Hepimiz babanemle dalga geçtik ancak ilerleyen günler babanemin dahi göz altına alınabileceğine dair bulgular vermeye devam etti. Bakalım önümüzdeki günlerde bizleri ne bekliyor. Hep beraber göreceğiz. Sevgiler 2008