Saturday, July 25, 2009

Blog Böreği

Karar verdim madem romancı olamıyorum ben de çok sıkı bi blogcu olucam. Hep yazıcam hep güncelliycem. Bu amaçla, casusluk yapmak ve blog dünyasında neler olup bittiğini anlamak için başka blogları takip etmeye bile başladım. Anladım ki bir blogcu olarak en az 100 tane takipçin yoksa bu alemde bi hiçsin o yüzden, ben de takipçi edinebilmek maksadıynan bi tarif oluşturmaya çalışıyorum kendi kendime. Şimdiye kadar tarifin içine koyduğum malzemeler şu şekil: Baz olarak bol miktarda dobralık ve harbicilik (bulursanız benim aklıma gelmeyen, r harfi içeren benzer başka tabirleri de kullanablirsiniz), bi kiprit kutusu günlük trendler, göz kararı komikçilik ve şakacılık ama çaktırmadan, her 3 ölçek ciddiyet için inceltici olarak muhakkak bi ölçek hafiflik, hafiflik yoksa kendinle dalga geçme de olur. Bu malzemeler kısık ateşte yavaş yavaş karıştırılarak kaynatılır ancak son taşımda muhakkak biraz su eklemek gerek çünkü karıştırılarak yapışık ağda kıvamına gelen yazı biraz sulandırılmazsa çok ağdalı olma tehlikesi taşıyacaktır. Bu karışım soğuduktan sonra istenirse ekstra lezzet için üzerine bir miktar ilişkiler hatta temin edilebilirse karşı cinsle ilişkiler serpilerek servis yapılabilir. Bu tariften yola çıkarak gerçekleştireceğim ilk denemem pek yakında...

Friday, July 24, 2009

Internet Tekkesi

Bu aralar oldukça boş olan günlerimi fazlasıyla internette dolanarak geçiriyorum. Durum böyle olunca her türlü blogdu, sosyal ağdı, zırttı pırttı okunuyor haliyle. Esasında yaptığım şey tam olarak okumak değil de, devlet hastanesinde ya da vergi dairesinde sıranın gelmesini beklerken kazara yan koltukta bulduğun bir gazete ekine bakmak gibi birşey. Bilinçsiz bir yarı okuma, yarı bakarak uyuşma hali. Arada faydalı şeyler de okumaya çalışıyorum ama bu internette zaman öldürme bulutu öyle birşey ki, seni içine aldıkça uyuşma ve tembelleşşme buharının içinde kayboluyorsun. Kendini Çin mahallesinin ara sokaklarında bir afyon tekkesinin içine tıkılmış ve dışarı çıkacak gücü tamamen kaybetmiş gibi hissediyorsun (afyon tekkelerinde çok zamanım geçti ordan biliyorum). Düşünmek veya stimüle olmak zul geliyor. Kelimelerin azalıyor, konuşmak ve yazmak için kullanacak kelime bile bulamamaya başlıyorsun. Bu aralar Öcalan mapusta Derrida okuyor diyerek, kendimi zorlayarak (yine) internet üzerinden Derrida okumaya çalıştım, öyle bir geri tepti ki, 3 saatimi boş gözlerle Facebook'a bakarak geçirmek zorunda kaldım, ancak öyle toparlayabildim kendimi. Bir daha da alıştırma yapmadan (mesela ciddi bir gazetede ciddi bir makaleyi tam olarak okumak gibi) bu gibi okumalara girmemeye karar verdim.

Tuesday, July 14, 2009

Tuhafiye II

Tuhafiye dizimizin bugün ki bölümünde yerel tuhaflıklardan bahsedeceğiz. Bu tuhaflıklar her gün karşımıza çıkan, artık kanıksadığımız ancak yoldan geçen bir turisti kenara çekip seyrettirdiğimiz zaman göz bebeklerini yuvalarından fırlattıracak cinste olanlar.

Bu bölüme dükkanının önünü süpüren insanla başlamak istiyorum. Dükkanının önünü süpüren insanın tuhaflığı süpürürken faraş kullanmamasındadır. Dükkanının önünü süpüren insanın beyni, küçükken büyük bir talihsizlik eseri, "herkes dükkanının önünü süpürürse sokaklar temiz olur" önermesiyle yıkanmıştır. Bu yüzden dükkanının önündeki pislikleri sokağın ortasına doğru, hatta yürüyenlerin üstüne üstüne gelecek şekilde süpürürken gamsız ve tasasızdır. Bu kişi büyük ihtimalle daha sonra daha da anlamsız başka bir harekete imzasını atacak ve dükkanının önünü , eline aldığı bir kaç avuç suyu gelişigüzel serpmek suretiyle, yerler çamur bulamacı olana dek bu işlemi tekrarlayarak, ıslatacaktır. Çünkü dükkanının önünü süpürme ve dükkanının önünü ıslatma başabaş giden iki tuhaf harekettir. Doğasında gelişigüzellik olan serpme/ıslatma işlemi, daha önceden sokağın ortasına doğru süpürülmüş olan tozun/kirin/çöpün de mutlak suretle ıslanmasına ve ortalığın daha da iğrençleşmesine yol açacaktır. İstiklal caddesinin ara sokaklarında yürürken son iki aydır hiç yağmur yağmamış olmasına rağmen çamur içinde kalan ayakkabıların ardında yatan esas neden işte bu tuhaf eylemleri tatbik eden tuhaf ama gerçek kişilerdir.

Yine beni benden alan yerel tuhaflıklardan biri de ülkem insanının her fırsatta "sistem" demek istemesidir. Sınıfsal bir ayrım gütmeyen sistem deme güdüsü çok ilginç enstantanelerde ortaya çıkabiliyor. İşte yerel tuhaflıklar listesine üst sıralardan girmeyi hakkeden bir örnek... Dün akşam "Yemekteyiz" programında yine herkes birbirine bok atarken, içlerinden biri o akşam köfte pişireceğini duyduğu kişiye hitaben şu sözleri sarfetti: " Ne köftesi yiyeceğimizi bilemiyorum, Türkiye'nin değişik yörelerinde farklı köfte sistemleri var"

Ülkemizde ev ziyaretleri de değişik tuhaflıklar içeren, bu sebeple yoğun gözlem ve analizi hakkeden süreçlerdir. Geleneksel ev ziyaretleri zaten fazlasıyla tuhaflık içermektedir ama Anadolu'da tezahür edenler ayrı bir tat ve dokudur... Örneğin herşeyin bir sırası vardır. Evine gelen misafire zort diye çay ve un kurabiyesi ikram edersen mesela bu çok büyük bi ayıptır. Öncelikle soğuk bir şey ikram edilir. Soğuk içecek kategorisinde ikram edilen, genellikle kola ya da çocuğa bakkaldan o anda aldırıldığı için sidik kıvamında olan meyveli gazoz olur. Bu faslı kahve takip eder. Misafir soğuk meşrubattan son yudumunu alırken kahvesini nasıl istediği sorulur lakin bir sonraki fasıla, yani "çay"a geçebilmek için kahveden itibaren makul bir süre geçmesi gerekmektedir. Ancak o makul süre geçtikten sonra çay ve çaya eşlik eden yiyecekler misafirin önüne sürülebilecektir. Makul süre geçmeden ortaya çıkarılan çay, misafire "defol git" demekle eşdeğerdir. İşte bu yüzden yeteri kadar zaman geçmeden çay ikramına maruz kalan misafir tuhaftır ki darılıp gücenme hakkına sahiptir. Çay faslı da bittikten sonra "allaaşkına yemeğe kal" süreci başlayacaktır ama o apayrı bir yazının konusu olarak şimdilik rafa kalksın.

Bütün bu nano zamanlamaların hükmettiği çay, kahve, meşrubat servisleri arasında gerçekleşen ve Anadolu'yu büyük şehirlerden bir sıfır öne çıkaran başka bir tuhaflık daha vardır ki, yerel tuhaflıkların kanımca en sevimli ve komiklerindendir. İstanbul'un dışına çıkar çıkmaz, ve hatta kentlileşmeden nasibini almamış bazı İstanbul semtlerinde, misafirler ve ev sahibi arasında adeta bir atışma gibi tezahür eden bir "nassınız" lar savaşı yaşanır. Salonda bulunan her misafirin ev sahibi mevkisindeki her kişiyle kombinasyonu kadar nassınız sorusu sorulur. Karşılıklıklı bire-bir kombinasyonlardan oluşan "nassınız"ları, "daha daha nassınız", "anan nassı", "baban nassı", halangiller nassı", enişten nassı, "eniştenin kaynı nassı", "dünürlerin nassı" diye sonsuza kadar uzanan bir dizi başka hal hatır sormalar silsilesi takip eder ve belki de 4-5 saat süren bir ev oturması herkesin nasıl olduğundan başka birşeyin konuşulmadığı, nasıl olunduğuna dair sorulan sorulara verilen cevapların pek de dinlenilmediği, bol bol sıvı alınan ve uzun uzun servis yapılan bir tuhaflıklar dizisi olarak yerel tuhaflıklarımız arasında yerini sağlamlaştırır.

Tuhaflıklar dizisi ister istemez devam edecek...

Geçip giden huuuu, zamanları huuuu, bir yerlerde bulsaam

Hatırlamak insanın “kendi” olmasıyla ilgili çok ilginç bir hadisedir. Ben olmanın, benlik bütünlüğünün bir parçası, bir kesintiye uğramama telaşıdır. Geçmişten bir dilimi aklına getirip onun her gününü hatırlamaya çalışan var mı başka bilmiyorum ama kokusuyla, duygusuyla, sesleriyle hatırlanabilir istenirse mevzu bahis dilim. Genelde bölük pörçük gelmeye çalışır geçmişten salınarak gelen anlar... Beyindeki sessizlik içinde, dilimin zamandaki donmuşluğunun içinden koparak şimdiye kaçmış bir kahkaha çınlar ve sonra yine sessizliğe bürünür beyiniçi, ama bu, kişinin motivasyonunu bozmamalı ve yeterli konsantrasyonla hatırlanmak istenen dilimin kesintisiz olarak da çağırılabileceği unutulmamalıdır. Bu egzersizi uygulamak değişik bir tecrübedir. İçinde bulunulan andan tamamen kopmak ve dilime ait bütün izlenimleri, beş duyunun tüm deneyimlemelerini, duygularını çağırmak gerekir. Bu süreç "Televizyon seyrediyordum, sonra taze çiçek kokusu duyup sağa bakmıştım, fonda hep devam eden duygum duyarlılık acısıydı..."diye beyinde akan bir roman yazmak gibidir adeta. Zevklidir ama çok da tavsiye edilmeyebilir uzmanlar tarafından.

Geçmişe asılan ve unutmamaya çalışarak, geçmişi umutsuz bir çabayla da olsa yaşatmaya çalışan kişilere genelde acınır. Bu kişiler şimdiyi kaçıran, "an"ı yakalayamayan kaybedenlerdendir. Oysa mutluluk guruları tarafından sürekli olarak pohpohlanan, şimdiyi tanımlamak için de kullanılan “an” dediğimiz şey nedir ki? Zayıf, cılız, düşüncelerden ve tortulardan arınmış bir yaşantı parçası.... Oysa geçmiş öyle mi? Zaman içinde daha da oturan/olgunlaşan duygusuyla ağdalı bir gerçekliktir. Ama yitirilmiş bir gerçekliktir bir yandan. Hatta gerçek bile değildir çoğunlukla, aklın oyunlarıyla yeniden şekillenmiş ve kişiliğin labirentli yollarından geçerek değişime uğramış bir meta gerçekliktir. O belki de hiç varolmamış metagerçekliğe erişme çabasıyla geçer bir kısımın ömrü. Ve yine modern dünyanın mutluluk tüccarları tarafından, biraz haklılık payı taşıyan ama çokça da zalim, bir horlanmaya maruz kalır o kısım.

Hatırlamanın yan etkilerinden biri de özlemektir. Özlemek, “ben”in bir parçası olan o zaman diliminin geri dönmeyecek olması, onu hatırlamak ama yaşayamamak, burnunun sızlaması, dilimi geri istemek ama alamamak, ileriye bakmaya çalışmak, "an"a odaklanmak ama becerememek gibi bir yığın iç sıkıntısına sebep olur. Yine sanılır ki, özlenen dilimde var olan "ben" yitmiş, yerine başka bir "ben" gelmiştir. Böyle durumlarda yaşanan özlem duygusunu en iyi, sözcüklerle değil de, burun, göz ve boğaz arasında hissedilen, ılıktan daha sıcak o baskı ile tarif etmek doğrudur. Bu gibi durumlarda 1-özlenen dilimin yine "ben"in ta kendisi olduğu, 2-kişinin dilimle ilişkilendirdiği "ben"den "şimdi"de ayrıştığını sandığı ama aslında kimsenin kendinden ayrışamayacağı ve 3- aslında o "ben"in yine yerli yerinde olduğu 100 kere bir deftere yazılmalı ve günde 3 kere yemeklerden önce ve mümkünse öğünler arasında tekrar tekrar okunmalıdır. Yetmiyorsa yakınlarda olan bir dost/arkadaş vb yakalanıp, "Bana bak o da sensin, bu da sensin, sen kaybolmadın aynı şekilde yaşıyosun şapşalak" dedirtmek suretiyle kafaya dank ettirilmelidir.