Tuesday, November 10, 2009

Ayıntap Notları I

Herşey halamın ACG mezunu bir kaç arkadaşıyla Antep’e gideceğini ve aralarında Antepli biri de olduğu için çok farklı yerler göreceklerini söyleyerek beni Antep’e onunla gitmem için ikna etmesiyle başladı. Lokal birinin eşliğinde Antep fena olmayabilirdi. Gerçi yıllar önce bir kurban bayramında Antep’e gitmiş ve sokaklarından oluk oluk akan kanlardan başka bir şey hatırlamayarak geri dönmüştüm ama herkes ve her yer ikinci bir şansı hakketmeliydi. Bunun üzerine kendimi bir Cuma sabahı, A SES grubuna mensup, yaşları 57-60 arasında değişen, 25 kadar kadınla aynı uçakta buldum. Uçaktan inince bizi bir tur otobüsü ve hareketlerinden tur rehberi olduğunu anladığım bir adam karşıladı. Eyvah tura mı geldik yoksa diye paniğe kapıldım. Bir anda acı gerçek yüzüme bir tokat gibi çarptı. 25 kişilik bir kadın grubuyla tura çıkmıştım! Ve bir tur rehberimiz vardı! Rehber otobüse biner binmez bir kaç yavan espiri patlatıp, üstüne de ''sabah 7’ye uyandırma verdim efendim" deyince, acı gerçeği daha da iyi sindirebilme fırsatı buldum. Tur programına uygun olarak, iki saniyecik bile dinlenemeden, uçaktan iner inmez harala gürele Fırat’ın kıyısındaki Zeugma şehrine gittik. Bir zamanlar zalimliğiyle ünlü olan ancak Birecik Barajı yüzünden artık sakin ve berrak bir göle dönmüş olan Fırat yükselince Zeugma sular altında kaldığından, gittiğimiz yerin bir zamanlar müthiş bir medeniyete sahne olduğunu sadece hayal etmekle yetindik.

Sular altında kalan kenti hüzünle anıp, züğürt tesellisi olarak biraz içimize Antik kent havası çekip, Fırat’ın şarıl şarıl aktığı yıllarda üstüne inşa etmek istediği köprü yüzünden, salcılıkla geçinen köy halkının ekmeğine göz diktiği gerekçesiyle öldürülen genç mühendisin hikayesinin geçtiği köyden geçip Urfa'ya bağlı Birecik ilçesine vasıl olduk. Yolda Kadir İnanır’ın müthiş gülüşü ve insanın içini yakan o hüzünlü bakışlarını hatırladım.Zira Birecik yolunda üstünden geçtiğimiz köprü, deli Fırat ve genç mühendis, bir zamanlar TRT kanallarında sık sık seyrettiğimiz, başrollerini İnanır’la beraber Necla Nazır ve Fikret Hakan’ın paylaştığı "Köprü" filminin baş kahramanlarıydılar. Filmi hatırlayacak olursak Kadir İnanır’ın annesi Fırat’ın zalim sularında can verdikten sonra, Kadir (Ahmet) bir daha kimse Fırat’ı geçerken ölmesin diye üstüne köprü yapmaya karar verir. Amacını gerçekleştirebilmek ve okuyup mühendis olmak için büyük şehre gider. Mezun olur olmaz takıntısı olan köprüyü yapmak üzere soluğu köyünde alır, fakat karşısında geçimlerini salcılıkla sağlayan köylüleri bulur. Neyse köprü sonunda yapılır, fakat Kadir'in en yakın arkadaşı Fikret köprünün biryerlerine bomba koyar, bunu öğrenen Kadir köprünün üstüne oturur, arkasından sevgilisi Necla (aynı zamanda Fikret'in de kız kardeşi)gelir yanına çöker, derken Fikret ve Necla'nın babası da gelir yanlarına çömer. Fikret de pişman olur, bombayı imha eder filan falan. Sonrası sanırım mutlu sondu filmde.

Sonuç itibariyle ben de Fırat’ın kenarındayım. Türkülere, ağıtlara konu olmuş zalim Fırat’ın, barajlarla tımarlanmış, ehlileştirilmiş bu hali Kadir’in bakışları kadar iç burkucu olmasa da zaten müsait olan bünyeye hüzün serpmeye yetiyor.

Birecik Barajı'nın kıyılarında tek eşli, karı/kocaları öldükten sonra dahi asla çiftleşmeyen, bu yönleriyle de doğada eşi benzeri az bulunur bi tür olan kelaynaklar yaşıyor. Göçlerde ve insan denen paçavranın verdiği av partilerinde telef olan kelaynakların geride kalan eşleri birer dul olarak hayatlarına devam ettikleri ve bir daha da seks yapmaya niyetli olmadıkları için, haliyle nesilleri tükenmeye yüz tutuyor. Göç etmesinler, ölmesinler, sevişmeye devam etsinler ve nesillerini tüketmesinler diye artık kafeslerde tutulan kelaynakların bir kaç senede bir göç etmelerine izin veriliyormuş. Rahat sevişsinler diye çiftleri ve sapları ayrı ayrı kafeslerde tuttuklarını da eklememe izin verin.





Birecik’te yürürken Misak’ı Milli sınırlarını sorguluyorum. Burda anlamadığım bir dil, ve anlamadığım insanlar var. Benim ülke bildiğim "şeye" ait değil gibi bir halleri var. Osmanlı millet sistemi altında işleyebilen ve bir anlamı olan idari yapının, Cuhuriyet’le beraber anlamını kaybetmiş olduğu çok net görülebiliyor. Burası bin yıllar boyunca şatafatlı medeniyetlere yuva olduktan sonra, kendi kendine bırakılmış, sadece tabelalarda varlığı hissedilen bir başka kimliğin zorlamasıyla boyunduruk altına alınmış bir Fırat köşesi. Özgürlükçü liboş ve milliyetçi faşist arasındaki çizgide ibrem hızla liboşa kayıyor. Bu insanların bu zorlama kimlikte ne işi var diyorum.

Aklımda Kadir’in delici bakışları, filme konu olan köprünün üstünden geri geçiyoruz. Şimdi Fırat’ın üstünde bir tekne turu yapacağız ve yapılan barajların içine sıkışmış, sıkışmışlıktan da kabarmış Fırat’ın boğduğu diğer su altı şehirlerini göreceğiz. Tekneye bineceğimiz Halfeti kentine doğru giderken, Kürt kasabalarını geçiyoruz, içimdeki liboş şahlanıyor. Halfeti, Baraj yüzünden suların yükselmesiyle tepelere taşınmış talihsiz bir kasabacık. Halfetililer yeni memleketlerine alışamamamışlar. Bunun sebebini tekneyle yarısı suların altına gömülmüş eski Halfeti'nin önünden geçerken anlıyorum.


Mardin gibi masalsı bir kent eski Halfeti, üstelik su kenarında olanından... Memluk ve Selçuklu mimarisinin en nefis örnekleri var burda. Tekne Fırat’ın yeşil, bol sedimentli sularında ilerlerken, sular altında kalan diğer masal kentlerin önünden geçiyoruz. Ermeni köyleri, Urfa kolonisi, kiliseler, suyun altından bir çığlık gibi gökyüzüne uzanmayan çalışan bir zamanlar uluymuş dedirten minareler... Tekne Urfa türkülerinin ve üstünde pişeyazan kebapların kokuları arasında yeşil yeşil süzülmeye devam ediyor.




Yine büyülü, acılı topraklara geldik diyorum içimden. Tur rehberi bağırıyor, "inince poşucuya götürcem sizi!" "La havle" diyerek kebap kokularını içime çekiyorum.

Akşam üzeri olunca tekneden inip, Fırat'ı ve Urfa'yı terkeyliyoruz. Ertesi sabah gün doğmadan kalkıp Antep'i ezberleyecekmişiz.

No comments: