Tuesday, February 23, 2010

Cihangir Savoy

Cihangir Savoy Pastanesi'nde oturuyorum. Etrafta 3 masa; 3'ü de elde avuçta son kalmış Rumlar. Bir masa hararetli hararetli Rumca sohbet ettiği için anlayamıyorum. Diğer iki masa karışık konuşuyorlar, birbirlerini ve aynı zamanda buranın garsonlarını da tanıyorlar. Bir masa Yasin Bey diye garsonu çağırıp, profiterol ve ıhlamur istiyor, diğer bir masa yine ismiyle çağırdığı başka bir garsondan gazete rica ediyor. Gazete gelince de "yaşşaa" diyerek seviniyor. Arada, bir masa diğerine laf atıyor, diğeri kahkahalarla karşılık veriyor. Biri Rumca bir şarkıya başlıyor, diğeri kendi masasından şarkıya eşlik ediyor. O kadar yerliler ki, kendimi yabancı hissediyorum.

Vatan, millet konuları çok karışık. Çok da inanmadığım değerler, ancak insanların yüzyıllar boyunca oturdukları, çocuklarını, torunlarını büyüttükleri, dedelerinin elinden tutup sokaklarında dolaştıkları yere, başka bir deyişle evlerine, yuvalarına vatan demeleri çok yabancı gelmiyor burda otururken. O yeri sahiplenmelerini anlıyor, terketmek zorunda bırakıldıklarında duydukları acıyı içimde hissedebiliyorum.

Feriköy'de ananemin evinde büyürken şekillenen hatıralarımın temel taşları arasında Ermeni komşumuz Madam Eliz'in bana özel reçel saatleri, Madam Şirin'in hamursuzları (hepsinin madam olması ne ilginç), Eleni'nin apartman boşluğunda ciyak ciyak "mamaaa" diye bağırışı, en aşağıdaki komşumuz Sultan'ın evinden usulca sızan Zaza türküsü... Böyle müthiş bir zenginliği koruyamamış hatta yok etmeye çalışmış insanların yönettiği topraklarda yaşamak ne hazin.

Bu hoyratlığı sadece Cumhuriyet'e atfedenlerden değilim. Osmanlı zamanında da ayrı mahallelerde farklı hayatlar süren Müslüman ve gayrimüslüm aileler. Çoğunluğun azınlığa kah gavur kah kafir demesi. Müslüman olmayan halkın ödemek zorunda olduğu ağır vergiler.... Bu tekdüzeleştirme, homojenize etme kaygısı farklı sosyo-politik/ekonomik düzenlerin, farklı ideolojilerin ortak derdi tasası olmuş hep. Ne yazık ki, kaybeden ise görünürde değeri bi türlü bilinemeyen azınlıklar, görünenin altında ise toplumun kendisi olmuş. Renkli, zengin, birbirine toleranslı bir toplumu öyle çok özlüyorum ki. Özellikle de bugün, Cihangir'de Savoy'da oturup, bütün Anadolu'nun bir zamanlar böyle olduğunu; farklı dillerin, farklı kültürlerin, farklı halkların bir arada yaşadığı mucizevi bir yer olduğunu olduğunu hayal ederken...

Friday, February 19, 2010

Cemre Sevinci

Dedem toprağa düşecek ilk cemreyi en büyük coşkuyla bekleyen insandı etrafımızdaki. Her sene "cemre düştü, düşecek, tamam şimdi düşüyor" diye bir bizi haberdar ederdi ciddi bir bilim adamı edasıyla. Çok da emindi cemreyle beraber havaların ısınacağına ve baharın toprağa değeceğine. Mart'ın kapıdan baktırdığını da söylemeyi ihmal etmezdi tabi. Çook uzun seneler sonra ilk cemre ilk kez onsuz bir dünyaya düştü bugün ve mucizevi bir şekilde baharın adeta habercisi bir günü de yanında getirdi. Dertler, tasalar bir anda unutuldu. İnsanlar sokaklara döküldü. Etraf çay içen öğrencilerle, birbirlerine laf atan esnafla, yolda karşılaşıp keyifli keyifli konuşan komşularla doldu. İlk cemrenin toprağa düşüşü adı konmamış şenliklerle kutlandı.

Dedemin göremediği bu cemreyi ben de kendi çapımda kutladım bugün, yüzümü güneşe döndüm, içimi ısıttım, bi bira içtim ve hiçbişey yapmadan durdum ve kapıdan baktırmayacak bir Mart diledim doğadan.

Tuesday, February 09, 2010

Kış Nefreti


Kıştan gerçekten nefret ediyorum. Depresyona müsait olan bünyenin serotonin eksikliğiyle yorganla yekpare hale gelmesinden dolayı değil sadece. Bütün hastalıkların, kötü haberlerin, her sene hiç sektirmeden Aralık'ta başlayıp Şubat sonuna kadar eksiksiz sıralanmasından veya
bütün canlıların olabildiğince korunmasız hale gelmelerinden, ve yalnız yaşayan yaşlı insanların evden çıkamayıp yalnızlıklarının içinde daha da boğulmalarından duyduğum derin sancı da değil bu nefretin esas sebebi.

Esas sebep bu ülkeye kış geldiğinde insanların suratlarında bitiveren iğrenç ifade. Ne zaman Kasım'la beraber kış yüzünü göstermeye başlasın, T.C. vatandaşlarının suratlarına düşmanlık, zulüm ve çaresizlik karışımı bir ifade çöküveriyor. Herkes kendi çaresizliğini ve zavallılığını bir diğerini ezerek yok etmeye çalışıyor bu mevsimde. Otuzbirinin son demlerindeki tosun misali, elini hiç kaldırmadan kornaya asılan taksici daha büyük bir nefretle asılıyor kornasına, minibüsçü daha yoğun bir hınçla sürüyor arabasını yayanın üstüne. Yolda yürüyenlerin suratları karanlık, her an saldıracakmışçasına bilenmiş. Her kim bu millet için "efendim sıcakkanlı, misafirperver, duygusal" demişse haltetmiş.

Gerçi aynı ifade bende de var bu mevsimde. Kış hiç bitmeyen bir PMS benim için. Bilmiyorum başka bir yerde, mesela Amerika'nın medeniyeti ve huzuruyla meşhur New England bölgesinde, tanıyan tanımayan herkesin birbirini bir sıcaklıkla selamlamak zorunda olduğu Pleasantville vari bir kasabada yaşasaydım böyle mi olurdu. Tahminim " o zaman bu kadar ağır geçirmeyebilirdim bu uzun PMS'i" yönünde. Zorlama bir aydınlık ve mutluluğun da gerçeğine yaklaştırdığına inanıyorum zira. Ama her koşulda kışın çok zor ve ağır geçtiği kesin benim için. Gavurlar da dalga geçer gibi isim takmışlar bu hadiseye: SAD, yani Seasonal Affective Disorder.

Lafı uzatmadan, kovaların yavaş yavaş balığa dönmeye başladığı, sevgili şaklabanlıklarınin başını alıp gittiği Şubat'ın ortası bu günlerde, Kış mevsimine son bir kez daha seslenmek istiyorum burdan, "sevgili kış, lütfen artık bit, çünkü ben de bittim"