Sunday, May 23, 2010

Köpük

Bugün köpeğim öldü. Onunla beraber benim de bir parçam öldü. Bana ve aileme insan hayvan diye ayırmadan her canlıyı koşulsuz sevmeyi öğreten, hayatımın en güzel yıllarını paylaşıp, beraber büyüdüğüm güzel Köpük'üm artık bizimle değil.

1995'in Aralık ayı boyunca günlerce önünden geçip ne yapacağımı bilemez halde minik yüzüne bakmıştım. İstiklal Caddesi'nde pis suratlı bir adam hepsi avuç için kadar yavru köpekler satıyordu. Kar lapa lapa yavrucukların üstüne yağarken, bu adam da insanların duygu sömürüleri üzerine oynayıp yavruları satmaya çalışıyordu. Adamla kavga etmem işe yaramıyordu çünkü her geçişimde orda olmaya devam ediyordu. Sonra sulukarlı bir günde, yine İstiklal caddesi'nden geçerken, adamın elinde son yavrunun kaldığını gördüm. Bembeyaz, sürme gözlü, sürme burunlu dünyalar güzeli minicik yavru köpeğimi işte o adamın elinden bir anlık bir kararla almaya karar verdim.

Sıra evde hayvan beslemeye son derece karşı olduğu yetmiyormuş gibi, köpeklerden tiksinen ve korkan annemi ikna etmeye gelmişti. Elimde beyaz güzellikle eve vardığımda tahmin ettiğim gibi sert rüzgarlar esti. Adını Köpük koyduğum minnoşla beraber çatı katındaki odama kapandık. Yerlere gazete kağıdıyla döşeyerek çişe ve kakaya karşı önlem aldığımı sanmıştım. Ne kadar da salakmışım. Yavrumun çişi kakası gazete kağıtlarını delip geçip halının en derin noktalarına nüfuz ediyordu.

Veteriner "çok küçük, anne kalbinin sesini duyması gerek" dediği için, kalbime bastırarak uyuyordum geceleri. Henüz dışarı çıkamayacak kadar küçük olan Köpük'ün mütemadiyen odama yaptığı çiş ve kaka henüz beni yeteri kadar afallatamamıştı ama bir sabah uyandığımda gördüğüm manzara bunu ziyadesiyle becerdi. Uyandığımda yatakta Köpüş ve ben dışında 2 tane 1er metre uzunluğunda yaratık yatmaktaydı. Veteriner parazit dökeceğini söylerken buların 1er metre uzunluğunda olacağını söylemeyi unutmuş olmalıydı.

Annemler aşağıda, biz yukarıda odada, biraz sancılı da olsa, beraberce mutlu mesut takılıyorduk. Yavru kuşum gittikçe büyüyordu. İlk havlamasını, aşağıda annemlerle yemek yerken duyduk. Onu da yanımıza almamızı istiyordu. Sonra bir gün kendini bir basamak aşağı attı. Kendinden 3 misli büyük olan basamaktan gözünü karartıp kendini atması sonsuz komik bir manzaraydı. İkinci basamağı denerken kucağıma alıp yerine koydum.

Sonra Köpük, kendini anneme o basamakları iner gibi yavaş yavaş sevdirdi ve evin her köşesine kendi bayrağını dikerek (Köpek dilinde bu çiş oluyor) egemenliğini ve bağımsızlığını ilan etti. Her gün yukardan aşağı yuvarlanarak iniyor ve evin her yerinde oyun oynuyordu. Annem 2 sene boyunca "ne zaman gidecek" diye sordu, sonra pes etti.

Minik, beyaz ve pofidik Köpüş büyüdükçe tam bir oburcuk oldu. Bu kadar çok yiyebilmesine ve yedikçe daha da fazlasını istemesine hepimiz çok şaşıyorduk ama gerçek kapasitesini bir türlü tahmin edemiyorduk, taa ki yine bir sabah uyanıp mutfak masasının üstünde duran bir kazan dolusu irmik helvasının bittiğini görene kadar. Evdeki herkes birbirini suçlarken, bizim Köpük bir köşede yalanıp, bir patisiyle şişmiş göbeğini sıvazlıyordu.
Yazlıkta bizi kimse tanımaz ama Köpük'ü herkes tanırdı. Beraber dolaşırken "Köpük akşam pirzola var bekleriz" gibi davetler gelirdi tanımadığımız komşulardan. Boğaziçi'nde bir kedi tarafından meydanda 3 tur kovalanınca da, okulda da benden daha tanınır olmuştu birden. Oturduğumuz mahallede de Köpük'ün ailesi olarak bilinirdik. Bizi takan pek yoktu Köpük varken.

Bir gün annem hıçkıra hıçkıra ağlayarak beni arayıp Köpük kayboldu dediği zaman onu ne kadar sevdiğini anladım. Annem telefonda ağlarken Köpük yanımda çok sevdiği fıstıklardan yiyordu. "Merak etme Köpüş benimle" deyince de, annem küfredip suratıma kapadı.

Beraber okula gittik, tatillere gittik, kamplar yaptık, sahiplerine benzer köpekler konulu haberlere konu olduk. Sonra ben bir gün Amerika'ya gittim ve Köpüğümü geride bırakmak zorunda kaldım. Yazları eve döndüğümde nerde bıraktıysak ordan devam ediyorduk. Beraber uyuyor, oynuyorduk. Köpük hiç kızmıyor, kin gütmüyordu onu bırakıp gittiğim için. Annem o artık senin köpeğin değil deyip kızdırmaya çalışsa da Köpük hep benim köpeğimdi.

Kanseri, zehirlenmeyi ve mide fesadını dahi yenmiş çok güçlü bir köpekti. Annem genlerinde savaşçılık olduğunu söylüyordu hatta daha da ileri gidip Türkçe bildiğini iddia ediyordu, ama annem kendinin köpekçe bildiğini de iddia ediyordu, ona ne kadar güvenmek doğru olur bilemem.

Köpük tüm hınzırlığı, oburluğu, aksiliği ve inatçılığıyla inanılmaz karakterli ve çok akıllı bir kardeşti benim için. Hayatımdaki tüm insanların hayatlarının şu veya bu şekilde bir parçasıydı. Kendimin yaşlandığını en çok onun yaşlandığını görerek anladım. Adını ciyak ciyak bağırmadıysak kafasını çevirmeyecek kadar sağırlaştığında ve yarım metre kadar yaklaşmadıkça tam göremeyecek kadar gözleri bozulduğunda ilk kez net olarak anladım hayatın yaşam ve ölüm denen çaresiz döngüden ibaret olduğunu. Bunu anlamaya ve zor da olsa kabul etmeye doğru beni bir adım daha yaklaştırdığı için bile çok şey öğrenmiş sayılırım Köpüşümden.

Ölürken yanında olamadım, başını okşayıp, son bir kere yumuşak tüylerine yüzümü dayayamadım, bu beni kahrediyor ama dediğim gibi Köpüğüm bununla bile beni güçlendirmeye, sırada bekleyen acılara karşı hazırlamaya devam ediyor.

Rahat uyu bebeğim, seni şimdiden çok özlüyorum, acın nasıl dinecek bilmiyorum.