Wednesday, November 16, 2011

Yeni yıl, yine yıl

Yine okkalı bir aradan sonra beraberiz...Biraz alkolün de etkisiyle, biraz Kasım olmasıyla, ve biraz da gece olmasıyla tabi, duygu salınımları had safhada. Gerçekten yine bir Kasım, yeni bir Kasım ve kapının arkasında duran yeni bir yıl. Artık yılların çok daha önemli, çok daha değerli olduğu zamanlar, her gidenin arkasından bir durup bakıldığı, bir değerlendirildiği, baktıkça hüzünlenildiği zamanlar. On seneden fazla bir zamandır hiç bir yılın arkasından sevgiyle bakmadığımı hatırlıyorum. Ölümler, hastalıklar, kayıplar, mücadeleler sanki tüm güzelliklerin ve deneyimlerin önüne geçmiş yıllardır. Hele her Aralık'ta, bir fenalığın beklemesi yok mu köşede... ve zalimce ortaya çıkması haber vermeden... Bu senenin öyle olmayacağını umarak, biraz da korkarak geriye bakıyorum ve bakınca şaşkınlıktan dilimi yutuyorum. Tüm acıların ve hüzünlerin içinde bu yıl son on küsur senenin en iyi yılı olmuş olabilir gibime geliyor. Öyle bir potansiyeli var sanki...

Nihayet mutlu olmayı öğrendiğim, kendime değer verdiğim, keyifle yaşamayı, sevmeyi ön plana koyduğum, acıyı bal eylediğim, dünyalarca şey öğrendiğim, dünyalarca şey değiştirdiğim, yepyeni ve harika insanlarla tanıştığım, tanıdıklarımı daha da çok sevdiğim, heyecan duymayı tekrar keşfettiğim böyle şaşkınlık verici bir yıl...

Şimdiden selamlar 2012, lütfen bir son dakika golü atma 2011...Seni sevmeye devam etmek istiyorum...

öptüm, bye

Thursday, September 29, 2011

Tuhafiye is back

Tuhafiye serisine uzunca bir süre ara verdiğimin farkındayım, bu tabi ki de vatan toprağında tuhaf şeyler olmuyor anlamına gelmesin. Şöyle bir 2 saniye düşününce bile tuhaflıklar çağlayanı akıyor beynimden klavyeye...

Son zamanlar zaten tuhaf zamanlar, ama içlerinden bazıları gerçekten traji-komik (böyle bir kelime var mı ki?) olabilecek seviyede. Bir kaç hafta önce arabam bozulduğunda minibüs dünyasına girme ve bu derya dünyayı inceleme fırsatı buldum. Pişman değilim, bu sayede dışardan psikopat,cani, manyak gibi sıfatlarla yaftaladığımız minibüs şöförlerinin ne kadar kırılgan, ne kadar zarif olabileceklerini, cani ve zarif arasındaki tuhaf köprüde bir oraya bir buraya koşturmaktan ruhsal olarak ne kadar yorulduklarını gözlemledim. Misal, arabaya yeni binen bir müşteriye, "iyi günner efendim" diyen şöför, aynı müşteri inerken ineceği yeri geç söylediği için "amk o....su" diyebiliyordu rahatlıkla, böylesi değişken bir ruh halinin tuhaf olduğu kadar da zor olduğunu düşünmenizi isterim. Bu yalnız insanların halet-i ruhiyelerini, herkesi her an potansiyel düşman ilan edebilme kapasitelerini anlamak için aynadan gözlerini seyretmek yeterli oluyor genelde.



Taşımacılık endüstrisi başlı başına tuhaf. Bu endüstriye dair son derece tuhaf bir hikaye bir tanıdıktan geldi bugün. Bahsi geçen tanıdık kişi (bundan sonra kendisinden TK diye bahsedelim), yol kenarında validesiyle telefondan konuşarak durmakta, bir yandan da az sonra servisle gelecek kızını beklemektedir. Böyle kozmik bir 3lü jenerasyon zinciri kurulmuş dururken, ansızın bir araba direksiyonu TK'nın üstüne doğru kırar ve panik halinde "çabuk elindeki telefonu ver" diye yarı açık camdan haykırır. TK, bütün bunların ne anlama geldiğini düşünedursun, gerçekler tez zamanda aydınlanır. Şöför TK'nın canına ya da malına kastetmemektedir. Kendisi şarjı bitmiş bir korsan taksidir, ve sadece durağı ya da müşterisini aramak istemektedir. TK telefonu verdiğinde, bu iyiliği yaptığı için kendisine şöför koltuğunun altında sakladığı lahmacun ve çiğ köfteden ikram edecektir. Telefonunu edip, ikramını da yaptıktan sonra hiçbirşeyin hayat kadar şaşırtıcı olamadığını bu vesileyle bir kez daha hatırlayan TK'yı kaldırım kenarında, kendi halinde ve suratında şaşkın bir ifade ve elinde çiğ köftelerle bırakıp akşam üstünün toz dumanında gözden kaybolur.

Mahallede kaybolan Kediş'i telsizle arayan MİT ajanları hikayesini bir sonraki tuhafiye serisine bırakıyorum. Şimdilik esenlikler diliyorum.

Tuesday, September 27, 2011

İyi ki Doğdun Aslan Baba

Önceleri ara ara uzaktan takip ettiğim bir blog olan  babaolmak.com'un daha sonraları arkadaşım olan yazarı sayesinde babamı bu aralar çok daha sık düşünür hale geldim. Bu blogda okuduğum şeyler bana öyle çok kendi babamı hatırlatır oldu ki, ister istemez geçmişe dönüp "benim babam nasıldı", bunu düşünür buldum kendimi sık sık...  Burdan yola çıkarak, babaolmak.com fikrinden de esinlenerek baba olmak benim için ne anlama geliyor onu biraz netleştireyim istedim, özellikle günümüzün taze babaları ve baba adayları için ve özellikle benim için önemli olan bu günde...

Bana göre...

-Baba olmak küçük kızının hasta Japon balığı bir gece vakti ansızın öldüğünde sabaha kadar açık akvaryumcu arayıp, aynı balığı bulup ölenin yerine koymak, sonra da balığın mucizevi bir şekilde iyileştiği müjdesini vermek için yavrunun uyanmasını beklemektir heyecanla. (geleceğin babalarına not: kız yıllar sonra kurutulmuş balık cesetini bir çekmecenin içinde bulmasa daha iyi olabilir) 1983

-Baba olmak artık kazık kadar olmuş kızının bir gün telefon açıp "otobüse binmek istemiyoruuum, gel beni Olimpos'tan aaal" demesi üzerine, "hadi ordan şımarık, az ye de uşak tut" demek yerine arabaya atlayıp 8 saat yol gidip Olimpos'a varıp, hızlı bir kahve içip, kızı da alıp tekrar yola çıkmaktır hiç dinlenmeden. 1994

-Baba olmak sırf kız "the Smiths" seviyo diye, o arabada horlayarak uyuklarken, kapkaranlık bir gece yolculuğunda içini kasvet basmış olsa bile çalan müziği değiştirmemektir. 1991

-Baba olmak kız araba kullanamayacak kadar akşamdan kalma ve uykusuz olduğu için bir telefon açıp talepte bulunduğunda bi anda bütün işini gücünü bırakıp ona şöförlük yapmak ve üstüne 4 saat trafikte kalıp gıkını bile çıkarmamaktır. Ara ara direksiyona atılan sessiz yumruklarla gerginlik atmaya çalışmaktır çaresizce. 2011

-Baba olmak sonsuz bir güven ve güç vermektir miniklikten danalığa uzanan uzun yolda, yavruya... Hep destek, tam destek politikası gütmektir, durmadan, yorulmadan.

Babamın bütün yaptıklarını her bir yazısıyla bana tekrar tekrar hatırlattığı, kendisini yaşlandığı için affetmemi ve onunla daha çok vakit geçirmemi sağladığı için burdan babaolmak.com'a sonsuz teşekkürler...

Bugün 63 yaşını dolduran canım babam, hiç yaşlanmaman gerekiyordu ama seni affediyorum, iyi ki doğmuşsun, iyi ki benim babam olmuşsun... Fırk



not: Veliler lütfen yavrularınıza Aslan Baba şarkısının sözlerini değiştirerek söyleyin. Harpte vurulan Aslan Baba ve köyden kovulan küçük aslan onulmaz yaralar açabilir ilerde dana mertebesine erişecek yavrunuzda.


Sunday, September 11, 2011

Progresif Geçmiş Sayıklamaları


Geçmişle kurulan ilişki tuhaf bişey... Tamamen yok saysan kötü, orda asılı kalsan daha da kötü. Esas olan geçmişle şimdi arasında sağlıklı bir köprü inşa etmek ve güvenli bir şekilde ara ara ziyaret etmek. Ordaki güzellikleri şimdiye taşımak, mümkünse çirkinlikleri de çürümeye bırakmak.

Geçmiş benim için bir daha hiç geri gelmeyecek hüzünlü bir şey oldu hep ve hep de öyle olacak galiba. Ama hatırladıkça içimi ısıtan şeyleri devam ettirmenin mümkün olacağını da farkettim yakın zamanda. Küçük çapta bir aydınlanma belki de. Ortalıklarda dolaşan bir "seksenlerde, doksanlarda şunları yapardık" listesi var ya, benim de geçmiş (ya da gençlik) deyince aklımda hatları çok net olmasa da bir liste oluşuyor. Bu listeye giren şey ya şeylerle alakalı hisleri şimdiye taşımak mümkün mü değil mi bilemiyorum, ama o hislere benzer hislerden çok da uzaklaşmamak gerektiğini seziyorum gittikçe. Aksi takdirde insan yaşlandıkça sığlaşıyor, odunsu bir yapıya bürünüyor.

Bahsi geçen listeye göz attığımda aklıma ilk düşenler sesi sırf klavsene benzediği için aşık olduğum sevgilim, bıkmadan biriktirilen gazete küpürleri, bazen Nejat İşler'in tezgahından bazen de Zihni'den alınan çekme kasetler, sokakta manyaklar gibi oynanan yaz akşam üstleri, arka arkaya 3 filme birden gidilen festivaller, çok değerli konserler için bazen bir gece önceden girilen bilet kuyrukları, eski ev damlarında gizlice şarap içmeler, hiç durmayan bir macera arayışı, king crimson, eloy, grateful dead dinlemek, pink floydu kesinlikle karanlıkta dinlemek, salak olmaktan korkmak, ama bayağı da salak olmak, birbirini ardına okunan kitaplar, sabahlara kadar telefonda konuşmak, anket yapmak, komik skeçler hazırlayarak şovlar yapmak... İşin aslı hayata biraz daha maruz kalmak, biraz daha keşifli bir ruh hali, sınırları zorlamak ve çok ama çok daha az korkarak yaşamak.

Tüm bunları tekrarlamak çok anlamlı olmayabilir haliyle, ama dediğim gibi en azından bu tür hisleri yaratacak yeni şeyleri keşfetmekten çok da korkmamalı insan. Geçmişi tekrar yaşayamasan da, gençlik kafasını ara ara hatırlamak iyi olur, yerinde olur. Yeni yıl gelmiş olsaydı iyi bir yeni yıl kararı olabilirdi bu.

Biraz didaktik konuştum galiba, ama bu yaşta da bu kadarı doğal olsa gerek.

Monday, September 05, 2011

Tatil Güncesi 2011-III

Tatil sonunda bitti. Her tatil gibi, biraz "artık hayatıma geri döneyim" (ne bok varsa), biraz "yaa bitiyor bi son denize gireyim" söylenmeleriyle, biraz da yeni öğrenmişlikler ve deneyimlerle donanmış olarak nihayete erdi. Tatillerin sadece yorgunluğu atma, yan gelip yatma ve bol bol dinlenmeden ibaret olduğunu düşünmüyorum. Özellikle benim gibi alışkanlıklarına bağlı insanlar için, alışkanlıklar dışında bir hayatı kurgulama, ondan zevk almaya çalışma ve bol bol gözlemleme yeri olduğuna da inanıyorum çokca. Bunların yanı sıra rutin hayatın alışılageldik uyarıcılarının dışında bir dolu yeni ve farklı uyarıcıya ev sahipliği ettiği için de beyinsel olarak aslında epey de yorucu bir zaman dilimi tatil...

Son 17-18 senedir sevgiliyle ve arkadaşlarla tatil yapan biri olarak, bu bol aileli tatil benim için değişik, çok keyifli, bir yandan serin bir deniz kadar rahatlatıcı, bir yandan da bol uyarıcılı ve yorucuydu. 

Öncelikle bizim aileyi tanımayanlar için kısa bir ön bilgi vereyim, nesiller boyu kapalı bir komünite içinde evlenilmiş olunmasından dolayı belki de, ailenin her ferdinde dehşet verici bir iddia ve rekabet DNA'sı mevcut. Bu iddiaların zaman kavramını bile zorladığını da söylemek lazım. Örnek vermek gerekirse, Gönül Yazar'ın yaşı ile ilgili iddia 20 senedir, kimin en iyi para maçı yaptığı meselesi 36 senedir, Fener-Galatasaray rekabeti ise sittin senedir devam etmekte (bu noktada ben 3-4 yaşlarındayken, halamın ve eniştemin GS-FB konusunda iki koldan tam saha yaptıkları presden ve sonunda eniştemin beni "kuzenini bir daha asla göremezsin tehtidiyle Galatasaraylı yaptığından bahsetmeden de geçmeyeyim). Bir de ezelden beri devam eden "kim en acı yiyebilir" iddiası var ki, söylenenlere göre 80'lerde babam ve eniştem hastanelik olmuşlar. Eniştem babamın yıllar içinde defalarca acıdan ağladığını ama hep yemeye devam ettiğini söyler. Yalnız sanırım eniştem bu iddiadan artık çekildi. 


Babam ve Eniştem para maçı yaparken
Bütün bu iddia ve rekabet hadiselerinin centilmenlik kuralları içinde cereyan ettiğinin sanılmasını istemem. Mevzu iddia ya da rekabet olunca her daim alay etme, küçümseme, dalga geçerek aşağılama unsurları son derece ön plandadır. Bu alay etmelere yine DNA'yla beraber doğuştan gelen bir dirençle göğüs gerilir, bazılarımızın biraz daha az dirençli olduklarını da eklemek lazım.

Bu insanlık dışı davranışlar en çok da, benim annemin genlerinden ötürü asla parçası olamadığım, kart oyunlarında ortaya çıkar. Bu oyunlarda büyük kuzen yenilmez olduğu iddiasıyla, halam çamura yatmasıyla, eniştem de kendi işine gelmeyen kartı ortaya atanları aşağılamasıyla ünlüdür. Tatilde ise bermuda üçgenlerinin girdabına zavallı küçük kuzeni de alarak, ondan da bir canavar yarattıklarına bizzat şahit oldum. Hikaye şöyle: Ergen kuzen, büyük kuzen, ve halam 3-5-8 oynamaktadırlar, ergen kuzenin kafasının ve gözlerinin %80'i facebook'ta, %20'si de oyundadır ve halamın deyişiyle "laubalilikle" oynamasına rağmen en iyi eller ona gelmekte ve halam da buna çok içerlemektedir. Kağıtları 16şar dağıtması gerekirken, kağıtlar 15 çıkınca, ergen kuzen bana kumpas yapıyorsunuz diyerek oyun masasını terkeder. İlerleyen ellerde halam diğer oyuncuların ellerine bakmak, büyük kuzen de koz değiştirmek konusunda yaptığı hamlelerle oyunu sabote ederler. Herkes birbirine hakaret eder, kavga dövüş oyun biter ve herkes birbirine küser ve ertesi akşam bu kumpanya bırakılan yerden aynen devam eder.

Bahsi geçen bu kadınların ne kadar rekabetçi olduklarını biraz daha iyi anlamak için, başka bir rekabet alanına, misal sosyal medyaya bir göz atalım. Sanırım bu noktada aşağıdaki resim yeterli olacaktır. 

         Foursquare üzerinde  ezeli rekabet
Sayemde tanıştıkları foursquare'de, yaşını burda belirtmeye iznim olmayan halam yürüyüş yaptığı yol üzerindeki her yere, vefakar bir anne olan büyük kuzenim kendi evinden 10 km ötede olan bizim eve her gece gizlice, ergenliğinden beklenmeyecek kadar hin olan küçük kuzenim ise sahte mekanlar yaratıp oraya check-in yaparak komik ve bir o kadar da tuhaf bir yarış başlattılar ki belki ben de yarışta geri kalmamak için geceleri tuvalete kalktığımda, köşedeki taksi durağına gizlice check-in etmiş olabilirim tatil boyunca... Halam yeni bir blog yazısı geldiğini öğrenince, "lütfen 3 gün öncesine kadar 1. olduğumu yazmayı ihmal etme" diye rica etti. Ricasını kırmayıp bunu da burdan ilan etmiş olayım. Tabi kendisinin mayor olduğu yerlere biz check-in edip de mayor kotasından fazla puan almayalım diye check-in etmemişliği de var, böyle de bir stratejik yaklaşım söz konusu.

Tatilimizin spor alanındaki rekabet ve iddia faaliyetlerinden en çarpıcısı, bundan yaklaşık 30 sene önce, üstünde yelkene benzer en ufak bir bez parçası olmayan kıçtan motorlu bir teknecik sahibi olan eniştem, bir ara yelken kullandığını iddia eden, ama hiç kimsenin görmediği ve inanmadığı amcam ve bir-iki yaz haspel kadar yelken ve katamaran dersleri almış olan ergen kuzenim arasında geçti. Katamaranı en iyi kendinin bildiğini düşünen bu 3 insan bir gün katamaran yapmaya çıktılar. Üstlerinde 2 gün önce üstünde güneşlenen insanların da olduğu bir sala bindirmiş olmanın ezikliği ya da utancı malesef yoktu ve hiç olmamıştı. Hala en iyi katamaranı onlar yapmaktaydılar, ve bir hocaya dahi ihtiyaçları yoktu. Bu 3 baş bilenin katamaran macerası da haliyle 3 başlı olmaya mahkumdu. Anlatılana göre flokda durana, ana yelkeni tutan talimat verir, en çok bilen  olmasına rağmen ergen kuzenin küçük diye başı ezilir, onun söylediğine eniştem hayır öyle değil böyle der, eniştemi amcam sallamaz ve bütün bu iktidar savaşı içinde alabora olması fizik kurallarına göre neredeyse imkansız olan katamaran, alabora olmaya yüz tutar... Ve işin tuhaf tarafı bu 3 kişinin 3 ü de karaya çıktığında kendinin haklı olduğundan nerdeyse emindir...

Spor alanındaki bir diğer enstantane hep beraber denize girdiğimiz esnada, beraber aheste aheste dubalara doğru yüzdüğümüzü sanarken, kafamı çıkarıp etrafa baktığımda, "yendim seni" çığlıkları duymamdı. "Lan noluyoruz" filan derken, aile efradının büyük kuzenle beni yarıştırdığını anladım. "Ne yarışı, yüzüyorduk güzel güzel" dememe kalmadı, hoop bu defa gerçek bir yarışın içinde buldum kendimi. Huzurla girilen bir "akşam üstü denizi" daha rekabetin yorucu kolları tarafından sarılmıştı birden. Yarışı kendi irademle kaybedip karaya çıktığımda halamı bana nanik yaparken, kuzenin kocasını da "işte şampiyon" diye tezahürat yaparken buldum. Hayat bazen gerçekten zor olabiliyordu tatilde.

Babamla eniştemin çıktığı uzun yürüyüş sonrası, eniştemin koşup halama babamın nefes nefese kaldığını yetiştirmesi (ki babam ısrarla kardiyo yaparken ağızdan sesli nefes aldığını söylüyor), amcamla eniştemin bitmek bilmeyen kim daha iyi park eder yarışları (ki bu arada en iyi parkeden benim ailede) ve diğer bir sürü ufak tefek iddia konusu, bizi deli, komik ama bir o kadar da eğlenceli bir insan güruhu haline soktu elbette. Bu yarışa çok dahil olmayan yengem, annem, en küçük kuzen, büyük dayı ve büyük yenge, kuzenin eşi gibi insanlar da ara ara resme girerek kah seyirci, kah şakşakçı, kah provokatör oldular.


"Yorgunluk sadece bunlardan mı" derseniz, elbette ki değil. Aile söz konusu olunca bir dolu vicdan, duygu sömürüsü, abartı sanatı, kızgınlık, kırgınlık da olmuyor değil. Herkes herkesi çekmek zorunda olduğundan, bu duygulardan bazıları yorgan altına, bazıları da tepkiyle birbirinin suratına atılıyor ve ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam edilebiliyor. Herşeye rağmen, nerdeyse ful kadro aileyle geçirdiğim bu tuhaf, renkli, eğlenceli ve yorucu tatil, kış gününde her şeyiyle vücudu saran ılık bir battaniye kadar güven ve huzur verici, yaz günü içilen buz gibi limonata kadar rahatlatıcı ve keyifliydi. Ve işte bu yüzden dönüp baktığımda diyorum ki: Yine olsa yine yaparım, yine giderim, yine o iddiaya girerim.


Monday, August 29, 2011

Tatil Güncesi 2011-II



Tatilde günler tembel tembel akıp gitmeye devam ediyor. Evi 2 ergen kuzenle paylaşmanın getirdiği değişik tecrübelere gark oluyorum. Zavallı ebeveynlerimizin çile içinde geçen yıllarını minnet duygularıyla anıyorum. Ergenle zaman geçirmek gerçekten başka bir seviyede sabır ve dirayet gerektiriyor. Söz konusu ergenle iletişim olunca iyi bir canbaz olmak, gerektiğinde kırk takla atabilmek ve en karanlık zamanlarda bile morali hiç bozmamak gerekiyor. Karanlık zamanları biraz olsun gözünüzde canlandırabilmek için, "acıktınız mı" kadar basit bir soru sorduğunuzda bile hiç cevap gelmediğini, sürekli oflayıp poflayan iki çocuğu mutlu etmeye çalıştığınızı ve söylediğiniz her şeye ama her şeye ters bir laf yetiştirildiğini, hatta laf sokulduğunu hayal edin. Böyle bir dünya gerçekten karanlık olabiliyor. Bir de küfür olayı var tabi, oraya girmek bile istemiyorum.

Bu ahval ve şerait içinde ev temizlemeye karar vermenin başlı başına bir deneyim olduğunu söylemeliyim. Aşağıdaki resimden de görülebildiği üzere zorlu bir challenge söz konusu olan.

Ev temizlemek kadar kapsamlı bir proje için gençleri önce motive etmek, sonra koordine etmek ve işe koşmak gerekiyor ki, işe koşmak kısmı deveye hendek atlatmaktan kesinlikle daha zor, deveye hiç hendek atlatmamış olmama rağmen iddia ediyorum... Bir yandan da ergen dünyasında rüşvetin işe yaradığını da keşfetmiş durumdayım, bazı şeyleri para teklif ederek yaptırmak, "yapmazsan döverim, ağzına patlatırım" demekten daha etkili olabiliyor, zaten ergen denen ırk tehdit ve şiddete kesinlikle bağışıklık kazanmış durumda. Ne kafalarına bir şey fırlatmak ne de tehdit etmek, bu ırka istediğini yaptırmaya yetiyor.

Yöntem her ne olursa olsun söylenenle, söylenen şeyi algılayıp tepki vermeleri, sonra da harekete geçmeleri arasında en az bir 20 dakika geçiyor, o yüzden ergenle yaşamda zaman planlama çok mühim ve kritik bir hal alıyor. Misal sabah kahvaltısından sonra gazete keyfi yapmak ve ergeni gazete almaya göndermek istiyorsanız, ergeni uykusundan "haydeee gazete almaya" diye bağırarak ve mümkünse sarsarak uyandırmanız ve başını daha sabahtan ezmeniz gerekiyor ki aksi takdirde gazeteyi akşam yemeği esnasında okumak zorunda kalmayasınız.

Sonuç itibariyle bu koşullar altında ev temizleme projesi için girdiğim zorlu mücadeleden alnımın akıyla çıkmış olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Yukardaki resimden aşağıdakine geçişin dikenli yollarını aşıp bu zafer bayramında yeni bir zafer kazanmış olmanın ılık mutluluğuyla, önümüzdeki günlerde devam etmek üzere diyorum... Esen kalın


Saturday, August 27, 2011

Tatil Güncesi 2011-I

Bu blogu takip edenler geçen sene babanem, halam ve kuzenle yaptığımız komik tatili hatırlarlar. Bu sene tatilin babanemli versiyonunu bir gün arayla kaçırdım. Hem de babanenin yanında bir de anane bonusu vardı ama o seviyedeki komikliğe bu sefer malesef yetişemedim ve yine aileyle ama farklı bir ekiple yeni bir tatile başladımç. Bu seferkinde farklı olan sadece babanemin eksikliği değil tabi. Aradan geçen bir senede o kadar çok şey oldu ve o kadar çok şey değişti ki, geri dönüp bakınca geçen sene gerçek bile gelmiyor. Bu değişikliklerin arasında en müthiş olanı ise, geçen sene bize yasak olan otoparka girmek için kullandığımız hamile kartı nı kullanmamızı sağlayan küçük bir mucize...Adı Erim...

Hikayenin başını, Erim'in doğuş hikayesini bilenler Erim'le beraber tatil yapabiliyor olmanın gerçekten de ne kadar mucizevi olduğunu anlamışlardır zaten. Bilmeyenler için özet gerekirse, geçen sene, tam da bugün, doktorlar daha doğmamış Erim'in yaşama şansı olmadığını ve 7 aydır annesinin karnında büyümeye çalışan minik şeyin güneş ışığını bir kere bile göremeden alınmasının daha doğru olacağını buyurmuşlardı. Bu ihtimali duydudukları anda reddeden anne-babası Erim'in dünyaya gelip yaşaması için o kadar savaştılar ki, adı da "müjde" anlamına gelen bu minik mucize doğduğu andan itibaren hem onlar hem de ailenin geri kalanı için inanılmaz değerli bir küçücük cancık oluverdi.

Tabi söz konusu bizim aile olunca bu "değerli" olma mevzunun ne kadar bokunun çıkabileceğini de belki yine bu blogun takipçileri tayahhül edebilirler belki. Bir örnek vermek gerekirse, Erim hergün tam kadro bir koro eşliğinde yemeğini yiyor, ve bu koro ancak sevdiği şarkıları söylerse yemeğini bitiriyor. Koro performansını gerçekleştirdikten sonra yine ful kadro olarak banyoya gidiliyor ve bu kez farklı bir repertuar eşliğinde kutsal tartma işlemi gerçekleştiriliyor. Bu işlem günün moodunu belirleyen çok önemli bir mevzu. Erim tartı üstündeyken kazara işeyip ya da son yediği lokmalardan birini kusarsa (ki bu onun en azından 100 gr kaybetmesi anlamına geliyor) annesinde korkunç bir moral bozukluğu oluşuyor ve bir sonraki öğün Erim'in daha da iştahla yemesi için Michelin yıldızlı bir şefin yazdığı yemek kitabından daha da besleyici ve çekici bir yemek seçilip, yemek korosunun söyleyeceği şarkı repertuarı tekrar bir düzenleniyor.

Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Daha neler, bizim ailede abartı yoktur!

Bu seneki ekip (farklı mekanlara dağılmış ve arada gelip gidenler olsa da) daha geniş olduğu için daha da komik maceralar bizi bekliyor olmalı diye düşünüyorum... Önümüzdeki günlerde devam etmek üzere...

Wednesday, August 17, 2011

Efkar yağmurları

Ren Nehri'nin kenarında bir kasaba otelinde, yağmur sonrası serinliğinde, otel odası melankolisinde ojelerim yarı çıkmış efkarlı bir halde oturuyorum. İnsanın neden orda olduğunu, neden bu tuhaf hayat yaşadığını bilemediği anlardan biri. Aklıma her giren şey efkarlandırıyor. Babamı düşünüyorum efkarlanıyorum, sevdiklerimi düşünüyorum efkarlanıyorum, "kısa boylu olmak ne güzel, insan kendini çocuk gibi hissediyor" diye bir sevinçli bir cümle geçiyor içimden, çocukların sevmeye kıyamadığın masumiyeti geliyor aklıma, yine efkarlıyorum. Anlaşılan bundan kaçış yok. Madem öyle dibine vuralım...

Saturday, August 06, 2011

Siz Ruhi Bey Nasılsınız?

Sizi anlamayı sizi sevmenin bir parçası yaptım. Sizi severek acınızı içime kattım. Sizi severek kendimden uzaklaştım. Şimdi size söyleyemediklerim var, söylemekle sayıklamak arasında bir yerlerde bekleşiyorlar. Sizi anlarken arttırdım, arttırırken azaldım. Azaldıkça sizi anlamaktan uzaklaştım. Konuşurken gözlerinize bakamadım. Oysa gözleriniz olmadan yapamam bilirsiniz. Ruhi Bey, beni de sever misiniz?

Sunday, June 19, 2011

Babalar ve Kızları


1 ile 5 yaş arasındaki neredeyse tüm anılarım babama dair... Tüm çocuk kahkahalarımın, tüm hayranlıklarımın, tüm oyunlarımın içinde babam var. Neden bu anıların çoğunluğunda babamın olduğu bu yazının konusu değil, ancak babamın benim için ne anlama geldiği tam da bu yazının konusu...

Babama dair ilk duygum/düşüncem onun kudretli, harikulade bir büyücü olduğu... İnsan üstü güçleri olan bu baba her gece yatağımın baş ucuna gelip, havadan uçup gelerek ustalıkla ağzıma giren küçük bir parça çikolatanın ardındaki esrarengiz güçtü. Her gece usanmadan sorardım, "yaaa babacım, sen mi atıyorsun çikolatayı", o da "ben değil büyücü atıyor" diye cevap verince hiç sorgulamadan inanırdım. Biraz büyüyüp 4-5 yaşına geldiğimde, sıkı bir saklambaç oyununa sardırmıştık beraber. Saatler süren ve babamın asla oynamaktan sıkılmadığı oyunda, babam saklanınca, bir türlü onu bulamayıp nerede saklandığını sorduğumda beni çekmeceye saklandığına inandırmıştı. Sıra bana geldiğinde kendimi çekmeceye sokmaya çalışırken bulurdum. Giremediğimde ise kendi kendime cevabım hazırdı... Babam büyücüydü, tabi ki herşeyi yapabilirdi, benim yapamamam normaldi...

Daha da büyüyüp okula başladığımda babama mevsimleri sormaya başlamıştım. O zamanlar Accuweather filan da yoktu hayatımızda. Yarın kar yağıp, okul tatil olacak mı? 23 Nisan töreninde yağmur yağacak mı? Verdiği yanıtları bir saniye bile sorgulamamıştım. Yavaş yavaş büyücüden Tanrı'ya giden bir yola girmişti babam benim için.

İlk ergenlik yıllarımda babamın insan olduğunu farketmemle beraber korkunç bir kızgınlık bürüdü içimi. Artık ders çalışmak yerine TV seyretmeme kızan, yemek istemediğim kerevizi zorla yediren bir baba figürü vardı hayatımda. Bana ısrarla "insanlara hayır demeyi öğren" diyordu. Üstelik kar yağacak dediği günlerde kar yağmıyordu (evet o yaşta da hala sormaya devam ediyordum). "Babamın aslında ne kadar haklı olduğunu sonraları anladım" filan demeye çalışmıyorum, sadece babasına bu kadar hayran bir kız çocuk olarak bu kızgınlık evresine girebilmiş olmaya şaşıyorum. Benimle olan ilişkisinde yaptığı her şeye o kadar çok kızıyordum ki, işin tuhafı onun da bu yeni durumu sindiremediğini, bocalayıp üzüldüğünü de görüp, daha da çok sinirleniyordum. İnsandı işte, kudretsiz bir insan! Ergenle, hele benim gibi fazlasıyla baş belası bir ergenle başetmek gerçekten insan üstü bir güç gerektiriyordu kesinlikle.

Liseye geldiğimde ise çok yakın bir dostum, bazen kızıp kavga ettiğim ama ne olursa olsun bana korkunç inanan, her şeyiyle bana güvenen, destek olan, hep bana taraf olan bir babam vardı. 16 yaşında "arkadaşlarımla tatile gidiyorum" dediğimde, yine tarafını benim yanımda tutmuştu. O ve ben, gitmemem gerektiğini düşünen bütün diğer aile fertlerine karşıydık...Bu taraflık hali çok uzun yıllar devam etti. Genel geçer normların dışında kalan tüm eylemlerimde tek desteğim, bana tek güvenen insan hep babam, hep babam oldu.


18-19 yaşlarında ilk erkek arkadaş darbesini yediğimde, ağlamaktan sırılsıklam olmuş yatağımın
başucuna gelmişti yine... Bu kez büyücü olarak değil, sonsuz özel bir baba olarak... "Seni hep sevecek, hep yanında olacak bir erkek var" hayatında deyip göz yaşlarımı dindirmişti.

Babam kişiliğiyle, iddiasıyla, babalığıyla hep farklı, hep aykırı bir adam oldu. Bense büyüyüp çocuk renkliliğimi yitirdikçe onu sorgular oldum. Neden aykırı, neden bunu yapıyor, niye hayatı zorlaştırıyor? Biliyorum ki, tüm bu sorgulamalarım yüzünden onulmaz pişmanlıklar yaşayacağım bir gün...İşte bununla hiç başedemiyorum.

Zamanla, ölümle, insanların zamana karşı kaybettikleri yarışla ilgili meselelerim olduğu ortada, Bu meselelerin en büyüğü ise babamın bu yarışçılardan biri olması karşısında duyduğum kızgınlık. Ergen yıllarımdaki kızgınlığa benzer, babamın yaşlanıp bütün ona atfettiğim tanrısal özelliklerinin her birini yavaş yavaş yitirdiğini, ya da aslında hiç sahip olmadığını görmek içimde korkunç bir isyana yol açıyor. Gizli gizli sigara tüttürmesi, duygularıyla başa çıkamayıp aşırı tepkiler vermesi, duygularını dillendirememesi, konuşmadan iletişim kurmaya çalışmasına çok kızıp, sonra aynı zayıflıkların hepsine sahip olduğumu, babamın da en az benim kadar insan olduğunu görmek tuhaf duygular uyandırıyor.

İşte tüm bu tuhaf duyguların içinde en büyük aymazlığım babamın ne kadar özel, ne kadar muhteşem bir insan olduğunu hatırlamadığım anlardadır, babamın insan olmasını hala hazmedeyip ona ergen tepkileri verdiğim günlerdedir, ona bir türlü her şeyimle kendisini ne kadar sevdiğimi söyleyemeyişimdedir. Bu yazıyı yazıp, ona okutacak yetişkinliğe bile sahip olmayışımdadır.

Bu babaların suçu mudur, evlatların mı hala çözebilmiş değilim ancak babayla olan ilişkide bir türlü büyüyemek, içinde yanan tutuşan ergen çatışmalarla hala babaya kızmak sanırım bana özel bir durum değil. Neyse ki bütün bu çatışmaların hiçe indirgendiği bir hal de var, o da koşulsuz, mutlak, enginler kadar büyük sevgiyle babayı sevme hali...

Belgrad Ormanı, 1979

Babama baktığımda ölümsüzlüğü öyle çok istiyorum ki, çok istersem evrenin bana yardım edeceğini düşünmek, babamla beni hiç ölmediğimiz bir uzay boşluğunda sonsuza kadar salınarak tutmasını istiyorum. Ben, Belgrad ormanın'daki o bankın üzerindeki kadar küçük; O, bankın yanına oturmuş göle bakar hali kadar genç, elele tutuşmuş, zamanın içinde huzurla donalım istiyorum.

Tüm babalara sevgiyle...

Saturday, March 26, 2011

Kainat Yaprak Gibi Kat Kat

Çook uzun zamandır yazılmaya blogu tekrar canlandırma zamanı... En son Ağustos sonunda yazmışım. Bu böyle; artık çok da sorgulamamak lazım. Yaz bayar, içimi sıkar, kış gelir, depresyona sokar, bahar gelir ve benim kısa ömrüm başlar. Tekrar iyi, tatlı, sevgi dolu biri oluveririm. Taa ki yazın sonları yeniden yaklaşıp, kısır döngüm başlayana kadar. O yüzden Ağustos sonunda susup, Mart sonunda konuşmaya başlamam sadece normaldir.

Ağustos'dan bu yana, aradan geçen zaman çok devrimci gözükmese de geri dönüp baktığımda yine ölümler, yine doğumlar, kahkahalar, hüzünler, çabalar, çabalamalar, sosyallikler, yalnızlıklar, kararlar, hırslar, bezginlikler son 6 aya dizilmiş durumda. Kısaca hayat...

Son 6 ayda olan olup biten önemli ya da dönüştürücü hadiseleri buraya yazma niyetim yok. Yazmaya çalışsam da altından kalkamam, kendime sinirlenirim, kayıt tutma derdiyle sayfalara sığmam, o yüzden gerek yok diyelim ve bu aralar (bu da son 6 ayın eseri) kitap klübümüzde okuduğumuz bir kitapla devam edelim.

Evet bu sefer ki kitabımız Ahmet Hamdi Tanpınar'dan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü". Hala buluşup kitap üzerinde konuşamadık o ayrı (siz bu satırları okurken kahvelerimizi ve konyaklarımızı yudumlarken-kitap klüplerinde sadece kahve ve konyak içilebiliyor-bu tuhaf kitap hakkında konuşuyor olacağız büyük ihtimalle) ama yine 3-5 satır bir şeyler karalamak istedi canım. Hem bana da idman olur.

Bu, yıllardır övgüsünü duyduğum, baş yapıt olarak değerlendirilen, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" adındaki kitap, son zamanlarda okuduğum en tuhaf şeydi. Bu tuhaflığın bir Boris Vian, ya da Kurt Vonnegut tuhaflığına denk olmadığını ya da bizarre akımıyla da pek alakası olmadığını söylemeliyim. Tuhaf bir kurgusu olan, giriş ve gelişmesinin birbirine girdiği onlarca sayfanın sonunda bir anda sonuçlanan, yazarın alay mı ettiğini yoksa tam tersine hiç bir şeyle alay etmeyip her şeyi çok mu ciddiye aldığını bir türlü anlayamadığın bir kitap.

SAE bir yandan yazıldığı zaman için uygun kaçsa da zamanımızın ruhuyla okunduğunda basmakalıp betimlemelerden ibaret modernleşme eleştirisiyle iç sıkan, grotesk türk filmlerinde yer alan içki içip hunharca danseden zengin ama zalim sosyete basmakalıbı kadar bayık anlatımları içeren, ancak bir yandan da Türkçe'nin yazılmış belki de en güzel cümlelerine ev sahipliği yapan, nereye oturtacağını bir türlü kestiremediğin bir kitap.

Kitap belki de kafa karışıklığının tarihte tezahür etmiş en güzel hali. Yazarın bir türlü karar veremediği, ne demek istediğinin anlaşılmadığı öyle çok mesele var ki...

Kitabın baş kahramanı Hayri İrdal, ezik, silik ve çekicilikten uzak bir karakter mi yoksa bütün sahteliklerin ortasında duran sahici ve samimi, dürüst bir insan mı?

Kitabın şatafatlı bir diğer karakteri Halit Ayarcı şarlatanın önde gideni mi yoksa insan tabiatının en derin detaylarını sökmüş, işini bilen, kendine güvenli bir lider mi?

Hayat acılarına rağmen olduğu gibi mi yaşanmalı yoksa yaşandığı gibi mi olmalı (Böğk)

Ve bu kitap aslında fazla uzun bir öykü mü yoksa hakkını veren bir roman mı? İşte belki de yazarın bile bilemediği bu soruların cevaplarını az sonra tartışmaya gidiyorum. Giderken de ıslık çalıyorum.