Saturday, August 21, 2010

Aile Boyu Tatil-III

Geçtiğimiz günlerde aile boyu tatil yapmaya devam ettik. Ailenin 4 ferdi de kadın olunca günlerin çok da pürüzsüz geçmediğini kabul etmek lazım. Hem bizim ailenin beklenti skalasının biraz yüksekte olmasından hem de ortamdaki östrojen fazlalalığından kaynaklanan bir müşkülpesentlik bulutu içinde günler geçiyor. Plajda en iyi koltuklar, lokantadaki en iyi masa, Bodrum'daki en iyi yemekler, Türkiye'deki en iyi gün batımı gibi hedefler peşindeyiz devamlı. Kazara bir şey beklentilerin bir çıt altında ya da ortalama kalitede olursa, "iğrenç, rezalet, bok gibi" lafları havada uçuşmaya başlıyor. Biri diğerinin istediği birşeyi beğenmezse ya da istemezse de yine aynı sıfatları hatta daha ağırlarını kullanarak orayı boka batırmak suretiyle karşısındakini isteyip isteyeceğine pişman ediyor. Mütemadiyen şu tipte konuşmalar cereyan ediyor.


"denize 'hebele'den girelim mi bugün"

"Nee hebele mi, bi defa orası iğrenç bi yer, denizi çiş kokuyor, yemekler korkunç kötü, oraya gideceğime halk plajında denize girer, pideciye giderim daha iyi, zaten babanen de dönünden geçerken hiç beğenmemişti hebeleyi. " (evet bişeye bok atarken cümle içinde bir yandaş kullanmak da çok makbul)


Tatilin 3. günü mesela çok estiğini bildiğimiz bir beach'e gittik, fakat malesef deniz biraz ılık ve yemekler de normal çıktı. Akşam dönüşte herkes oranın ne kadar iğrenç bir yer, denizin sidik kıvamında, yemeklerin de berbat olduğunu söyleyerek çok rahatladı. Yine o günün akşamında Gümüşlük'te balık yiyelim dedik, ama çok da kazık olmasın diye oranın en iyisi diye bilinen Mimoza'dan vazgeçmek zorunda kaldık. Sonuç olarak deniz kenarında cici sayılabilecek bir lokantada yedik ama ordan çıkarken yine balık rezalet, mezeler ortalama ve ambiyans da vasattı bizim için. Ama yanlış anlaşılmasın lütfen biz böyle çok mutluyuz.


Ancak tabii ki de bu grupta memnuniyetsizliğin kraliçesinin babaanne olduğunu belirtmeye gerek yok. Tatilin 4. günü kaldığımız sitenin plajından denize girdikten sonra babaannemi akşam 6.30 gibi yukarı çıkardık. Hem biraz o dinlensin, hem de biz biraz "haydi kalkın artık" nidaları olmadan keyif çatalım diye...Akşam 8'de biz mojitoları devirirken, babaanem “saat 9 oldu nerde kaldınız diye” aradı. 1.5 saat evde kalmaktan çook sıkılmıştı ve ne büyük talihsizlik ki ertesi gün bütün günü evde geçirmek zorunda kalacağı bir şey başına geldi.


4. günün sabahında babaannem kalktı ve kalkar kalkmaz bir çığlık attı. Dizi davul gibi şişmiş ve ağrıyordu. “Ben bugün denize girmiycem evde kalıcam” dedi. Böyle birşey söylediğine göre durum çok kritik olmalıydı. Babaanemin dizine buz, yanına da voltereni koyarak dışarı çıktık. Denize girmeden önce eczaneye uğrayalım dedik, deyiş o deyiş. Kendimizi bir alışveriş merkezinde şuursuzca alışveriş yaparken bulduk. Babaanemin yanımızda olmamasından faydalanarak kendimizden geçercesine alışveriş yapıyorduk, arada bir “hadi gidelim geç kaldık” sesleri duyuluyor ama kimse kendini alışverişin büyülü dünyasından çıkaramıyordu. 3. saatin sonunda, bu kez de kuzen sıcaktan fenalaşınca geri döndük, biraz da denize girip eve geldik. Merdivenlerden eve doğru çıkarken birden kapı açıldı, ve “Allah'ım içime doğdurdu sizin geldiğinizi, ruhsal bunalım geçiriyorum, kendimi dışarı atacaktım tam” diyen bir babaanne kapıda bizi karşıladı. Evde yalnız kalmaktan (bir-iki saat) kafayı yemiş ve “Allah bana acıdı, Allah beni iyileştirdi” gibi abartılı ruhani cümlelerle dizin artık ağrımadığını bize bildirdi. Fakat diz hala oldukça şişti, bu sebeple evde kalmasının daha iyi olacağını ima ettiğimiz saniyede babanem çoktan içeri gitmiş ve üstüne akşam yemeği kıyafetlerini geçirmişti bile. Hayatımda hiç onu bu kadar hızlı hazırlanırken görmediğimi söyleyebilirim.

Babaannem o akşam gittiğimiz hoş ve şık lokantayı yemekleri berbat bularak, menüde de köfte ve şehriye çorbası olmamasından dolayı ağır sözlerle eleştirdi. O kadar vasat bir lokantaymış ki, yemeklerden midesi bulanmış. O bunları söylerken hepimiz dünyaya kimden geldiğimizi hatırladık.

Monday, August 16, 2010

Aile Boyu Tatil-II

2. gün uykumdan tiz bir arya ile uyandığımı sandım. Aryanın oldukça yüksek frekanslı bir sese sahip babaannemin çoktan uyanmış ev ahalisine anlattığı hikayeler olduğunu farketmem pek uzun sürmedi. Kalkış, denize giriş ve kahvaltı sekansı gayet pürüzsüz ve iyi gitti. Bir gün önce sıcaktan öğlen ve akşam olmak üzere birer kere tansiyon düşmesi, baş dönmesi ve baygınlık yaşamış, hem de ortamda bir adet hamile ve bir adet yaşlı varken ve onlar da turp gibi takılırken bunu yaşamış olduğum için adım çürüğe çıkmış ve şahsıma gösterilen saygıyı tümden yitirmiştim. Kahvaltıdan önce denize giderken babaannem "senin bünyen zayıf, kahvaltı etmeden denize giriyosun, yine fenalaşma" dediğinde ne vahim bir halde olduğumu anladım. 25 haftalık hamile kuzenime kimse bişeycik demiyo ama bana sürekli laf geçiriliyordu. Kahvaltı öncesinde markete gitmek istediğimi söyleyince de halam benle dalga geçti, “sen market yolunda ölüp gidersin” dedi

Kahvaltı sonrasında büyük bir aile faciasına yol açan “babaanneme laptop alınıp, internet bağlanması” hususu açıldı. Babam laptop alınmasına büyük şerh koymuş ve bunu engellemek için elinden geleni yapmıştı ama tabii ki zafer babaannemin olmuş ve laptopu da internerneti de elde etmişti. Bu hususla ilgili konu açılınca, babaannem “kimse benim hürriyetime karışamaz, karışanı silerim” diye bir hönkürdü. Kuzenle beraber panik içinde konuyu kapamaya çalıştık. Bu ilk çıkış, o gün yaşayacaklarımızın küçük bir habercisiydi adeta.

Denize gitmeye sıra geldiğinde, kaldığımız siteye ait ama sadece orda ev sahibi olanların arabayla girebildiği bir plajı denemeye karar verdik. Ev sahibi olmamamıza rağmen, hamile ve yaşlı kartını oynayıp, en azından plaja yakın bir yere kadar arabayla gidebilmeyi umuyorduk. Hakkaten de bir hamile, bir 86lık, bir de çürük yumurtadan oluşan, ve sadece bir adet tam sağlıklı bireye sahip (halam) talihsiz bir gruptuk. Plajın kapısına geldiğimizde oldukça komik sahneler yaşandığını tahmin edebilirsiniz. Kapıdaki adamı görünce planladığımız gibi, hemen kartımızı oynadık; adam kartımızı gördü ve arttırdı, “Kusura bakmayın kimseye ayrıcalık yapamıyoruz, emir böyle”. Sonra zavallı görevli adam 4 kadının, 4 koldan uyguladığı ısrarcı baskılara dayanamayıp müdürünü aradı, ararken de durumuzu teyit etmek için aynı zamanda şöför olan halama sorular sormaya başladı:

Şimdi arabada bir hamile, bir de yaşlı var değil mi”

Evet

Müdürüm, arabada bir hamile, bir de çok yaşlı.... kaç yaşındaydı hanım”

86”

Arabada bir 86 yaşında hanım, bir hamile, bir... siz kaç yaşındasınız hanfendi”

50” (Halam nedense burda hiç anlamadığımız bir şekilde yaşını küçültmeyi uygun gördü, oysa gerçek yaşını söylese, elimiz güçlenecek ve belki de istediğimizi elde edebilecektik ama hayır! Ne olursa olsun gerçek yaş asla söylenmemeliydi)

Şimdi amirim, arabada bir hamile, bir çok yaşlı, bir de yaşlı” (50 demesine rağmen yaşlılıktan kurtulamayan talihsiz halam) “ bir de genç var...arabayla içeri girmek istiyorlar. Anladım efendim, peki, ileticem”

Sonuç:

-İstediğimizi elde edemedik.

-Hamile/yaşlı kartının sadece belediye otobüslerinde, o da bazen, geçerli olduğunu da bir kez daha anlamış olduk

-Canı pahasına da olsa gerçek yaşını söylemeyen halam sayesinde gülmekten geberdik.

Akşam olunca babaannem yemek masasında bana, "ben seni buraya getirdim, sen beni başından atmak istiyorsun" dedi durup dururken. Afalladım, oysa ben sadece iyi misiniz, hoşnutsuz gözüküyorsunuz gibi sorular soruyodum tam da. Büyük ihtimalle, bir önce yazdığım blog yazısını halamla kuzenim okurken görmüş, "ne okuyorsunuz" diye sorduğunda iyi kıvıramamaları sebebiyle kendiyle ilgili şeyler yazdığını anlamış olduğu için bunun hıncını çıkarıyordu. Zaten o yazıyı okuyamayınca, beni “merak etme ben sana dersini veririm” diye uyarmıştı... Herhalde akşam ders vermeye karar vermiş olacak ki, bayağı bi esti coştu...

Belli ki maceramız ilginç günlere ve olaylara gebe. Heyecanla izlemeye devam.

Aile Boyu Tatil Notları-I


Haziran, Temmuz geçmiş, Ağustos gelmiş, bir türlü tatil yapamamıştım... İstanbul'da süregelen Dubai sıcakları yüzünden cinnetvari belirtiler göstermeye başlayınca da atlayıp Bodrum'da tatil yapan kuzenim ve halamın yanına gitmeye karar verdim. Ancak bu kararın bir bedeli vardı, o da 86 yaşındaki babaanneyi, beraberinde götürmek... Babaanne de 86 yaşına rağmen her saniye seyahat ve tatil hayalleri kuran biri olduğu için, benim Bodrum'a gideceğimi duyduğu anda kızı ve diğer torununun yanına rezervasyonunu yaptırmıştı bile, dolayısıyla kaçışı olmayan bir misyonum oluvermişti birden. "Ne var canım, yaşlı bir insanı sevindirmişsin işte" diyenler olabilir, bunu babaannemi ve onun diğer seyahat maceralarını bilmemelerine veriyorum. Babaannem, bir seyahatinde oda arkadaşına kızıp, arkadaşının minibardan yürüttüğü içecekleri bizzat görevlielere ihbar etmiş, bodrumda yaşayan kardeşinin evinde tatil yaparken, kardeşinin 75 yaşındaki karısına Anadolu gelini muamelesi yaparak, burası benim evim sen git diyebilmiş, başka bir (tek başına yaptığı) uçak seyahatinde ise kendisine rahat etsin diye getirilen tekerlekli sandalyeyi getiren görevlinin başına çalmış ve bağırıp tepinmek suretiyle sandalyeye binmeyi uçağın kapısına giden 500 metrelik yolu 45 dakikada yürümek pahasına da olsa reddetmiş bir kimsedir.

Neyse, sahip olduğum bu ön bilgiler yüzünden biraz gergin, biraz da "bakalım n'olcak" diyerek merak eder bir şekilde geçtiğimiz Pazar günü babaannemi evinden alıp havalimanına avdet ettik. Sorunsuza yakın bir yolculuktu diyebilirim. Tek problem babaannemin bitmek tükenmek bilmeyen bir ısrarla bavulları taşımaya yardım etmek istemesiydi. Sıcak ve ısrarın etkisiyle biraz sabrımı kaybetmiş olabilirim itiraf ediyorum.

Pazar günü öğle vakti, İstanbul sıcağını özletecek bir sıcaklığa sahip Bodrum'a hasıl olduk. Havaş'ın otobüsünden inince, ben panik halinde "aman kadın sıcaktan ölecek, bayılacak, hadise çıkacak" filan diye, babaannemi klimalı bi pastaneye oturtup, bir de limonata koydum önüne. Tek derdim babaannem sıcaktan bayılıp kalmasın, sağ salim eve varalım. Sonunda sıcaktan afallamış bir şekilde halamın ve kuzenimin kaldığı eve geldik. "Allah'ım bu sıcakta nasıl yaşayacak bu kadın, hayallah kuzen de hamile, çok sıcak n'apıcaz, sıçtık" filan derken hoop benim tansiyon bi düştü ve 2.80 uzandım yere... Ben böyle sıcaktan ayılıp bayılır, bi yandan kafama su döküp, bi yandan da önüme getirdikleri tuzlu ayranı içmeye çalışırken göz ucuyla babannemi gördüm. 86 yaşındaki babaannem keyifle 4. böreğini mideye indiriyordu.

Bol babaanne dolu tatil maceralarımızı burdan naklen izleyebilirsiniz...





Sunday, May 23, 2010

Köpük

Bugün köpeğim öldü. Onunla beraber benim de bir parçam öldü. Bana ve aileme insan hayvan diye ayırmadan her canlıyı koşulsuz sevmeyi öğreten, hayatımın en güzel yıllarını paylaşıp, beraber büyüdüğüm güzel Köpük'üm artık bizimle değil.

1995'in Aralık ayı boyunca günlerce önünden geçip ne yapacağımı bilemez halde minik yüzüne bakmıştım. İstiklal Caddesi'nde pis suratlı bir adam hepsi avuç için kadar yavru köpekler satıyordu. Kar lapa lapa yavrucukların üstüne yağarken, bu adam da insanların duygu sömürüleri üzerine oynayıp yavruları satmaya çalışıyordu. Adamla kavga etmem işe yaramıyordu çünkü her geçişimde orda olmaya devam ediyordu. Sonra sulukarlı bir günde, yine İstiklal caddesi'nden geçerken, adamın elinde son yavrunun kaldığını gördüm. Bembeyaz, sürme gözlü, sürme burunlu dünyalar güzeli minicik yavru köpeğimi işte o adamın elinden bir anlık bir kararla almaya karar verdim.

Sıra evde hayvan beslemeye son derece karşı olduğu yetmiyormuş gibi, köpeklerden tiksinen ve korkan annemi ikna etmeye gelmişti. Elimde beyaz güzellikle eve vardığımda tahmin ettiğim gibi sert rüzgarlar esti. Adını Köpük koyduğum minnoşla beraber çatı katındaki odama kapandık. Yerlere gazete kağıdıyla döşeyerek çişe ve kakaya karşı önlem aldığımı sanmıştım. Ne kadar da salakmışım. Yavrumun çişi kakası gazete kağıtlarını delip geçip halının en derin noktalarına nüfuz ediyordu.

Veteriner "çok küçük, anne kalbinin sesini duyması gerek" dediği için, kalbime bastırarak uyuyordum geceleri. Henüz dışarı çıkamayacak kadar küçük olan Köpük'ün mütemadiyen odama yaptığı çiş ve kaka henüz beni yeteri kadar afallatamamıştı ama bir sabah uyandığımda gördüğüm manzara bunu ziyadesiyle becerdi. Uyandığımda yatakta Köpüş ve ben dışında 2 tane 1er metre uzunluğunda yaratık yatmaktaydı. Veteriner parazit dökeceğini söylerken buların 1er metre uzunluğunda olacağını söylemeyi unutmuş olmalıydı.

Annemler aşağıda, biz yukarıda odada, biraz sancılı da olsa, beraberce mutlu mesut takılıyorduk. Yavru kuşum gittikçe büyüyordu. İlk havlamasını, aşağıda annemlerle yemek yerken duyduk. Onu da yanımıza almamızı istiyordu. Sonra bir gün kendini bir basamak aşağı attı. Kendinden 3 misli büyük olan basamaktan gözünü karartıp kendini atması sonsuz komik bir manzaraydı. İkinci basamağı denerken kucağıma alıp yerine koydum.

Sonra Köpük, kendini anneme o basamakları iner gibi yavaş yavaş sevdirdi ve evin her köşesine kendi bayrağını dikerek (Köpek dilinde bu çiş oluyor) egemenliğini ve bağımsızlığını ilan etti. Her gün yukardan aşağı yuvarlanarak iniyor ve evin her yerinde oyun oynuyordu. Annem 2 sene boyunca "ne zaman gidecek" diye sordu, sonra pes etti.

Minik, beyaz ve pofidik Köpüş büyüdükçe tam bir oburcuk oldu. Bu kadar çok yiyebilmesine ve yedikçe daha da fazlasını istemesine hepimiz çok şaşıyorduk ama gerçek kapasitesini bir türlü tahmin edemiyorduk, taa ki yine bir sabah uyanıp mutfak masasının üstünde duran bir kazan dolusu irmik helvasının bittiğini görene kadar. Evdeki herkes birbirini suçlarken, bizim Köpük bir köşede yalanıp, bir patisiyle şişmiş göbeğini sıvazlıyordu.
Yazlıkta bizi kimse tanımaz ama Köpük'ü herkes tanırdı. Beraber dolaşırken "Köpük akşam pirzola var bekleriz" gibi davetler gelirdi tanımadığımız komşulardan. Boğaziçi'nde bir kedi tarafından meydanda 3 tur kovalanınca da, okulda da benden daha tanınır olmuştu birden. Oturduğumuz mahallede de Köpük'ün ailesi olarak bilinirdik. Bizi takan pek yoktu Köpük varken.

Bir gün annem hıçkıra hıçkıra ağlayarak beni arayıp Köpük kayboldu dediği zaman onu ne kadar sevdiğini anladım. Annem telefonda ağlarken Köpük yanımda çok sevdiği fıstıklardan yiyordu. "Merak etme Köpüş benimle" deyince de, annem küfredip suratıma kapadı.

Beraber okula gittik, tatillere gittik, kamplar yaptık, sahiplerine benzer köpekler konulu haberlere konu olduk. Sonra ben bir gün Amerika'ya gittim ve Köpüğümü geride bırakmak zorunda kaldım. Yazları eve döndüğümde nerde bıraktıysak ordan devam ediyorduk. Beraber uyuyor, oynuyorduk. Köpük hiç kızmıyor, kin gütmüyordu onu bırakıp gittiğim için. Annem o artık senin köpeğin değil deyip kızdırmaya çalışsa da Köpük hep benim köpeğimdi.

Kanseri, zehirlenmeyi ve mide fesadını dahi yenmiş çok güçlü bir köpekti. Annem genlerinde savaşçılık olduğunu söylüyordu hatta daha da ileri gidip Türkçe bildiğini iddia ediyordu, ama annem kendinin köpekçe bildiğini de iddia ediyordu, ona ne kadar güvenmek doğru olur bilemem.

Köpük tüm hınzırlığı, oburluğu, aksiliği ve inatçılığıyla inanılmaz karakterli ve çok akıllı bir kardeşti benim için. Hayatımdaki tüm insanların hayatlarının şu veya bu şekilde bir parçasıydı. Kendimin yaşlandığını en çok onun yaşlandığını görerek anladım. Adını ciyak ciyak bağırmadıysak kafasını çevirmeyecek kadar sağırlaştığında ve yarım metre kadar yaklaşmadıkça tam göremeyecek kadar gözleri bozulduğunda ilk kez net olarak anladım hayatın yaşam ve ölüm denen çaresiz döngüden ibaret olduğunu. Bunu anlamaya ve zor da olsa kabul etmeye doğru beni bir adım daha yaklaştırdığı için bile çok şey öğrenmiş sayılırım Köpüşümden.

Ölürken yanında olamadım, başını okşayıp, son bir kere yumuşak tüylerine yüzümü dayayamadım, bu beni kahrediyor ama dediğim gibi Köpüğüm bununla bile beni güçlendirmeye, sırada bekleyen acılara karşı hazırlamaya devam ediyor.

Rahat uyu bebeğim, seni şimdiden çok özlüyorum, acın nasıl dinecek bilmiyorum.


Friday, April 23, 2010

Sevinin Çocuklar, Öğünün Büyükler



23 Nisan'ları oldum olası severim. Küçükken kutladığımız en abidikgubidik olmayan bayramdı diye herhalde. Gerçi yine bir tören zulmü, bir "yoklama alacağız, gelmezsen disiplin" saçmalığı, böğürerek okunan freak show tadında tören şiirleri, uygun adım marş yürünen tören alayları gibi bir dolu saçmalıkla bezenmiş bayramlardı ama işte ne bileyim, belki ertesi gün de tatil diye, ya da aynı zamanda komşumuz Kazım Amca'nın doğum günü olduğu ve kendi doğum gününde bütün mahalle çocuklarına hediyeler dağıttığı için severdim. Ama çocukluğumdaki en büyük travmaları da 23 Nisan'da yaşadığımı söylemek isterim. Bunlardan biri öğretmen tarafından Osmanlı kadını olmak için seçilmemdi. Aman Allah'ım o ne büyük bir acı, ne büyük bir kederdi. Sınıftaki bütün kızlar Cumhuriyet kızı olurken, ben ve bir kız daha Osmanlı kadını olmuştuk. Neyse ki ben Osmanlı köylüsü olmuştum da, diğer kız gibi çarşaf giymek zorunda kalmamıştım. Bu iğrenç rol için annemle anneannem gereksiz yere sevinmiş, bohçaların içinden anneannemin annesinin şalvarını, ipek başörtüsünü filan çıkarmışlardı. Ucunda ponpon olan zibidi çarıklarından almıştık. Aksi gibi hava da sıcak olmaz mı, bütün tören boyunca herkesin benden nefret ederek baktığına emin olmam yetmiyormuş gibi, bir de ter içinde kalmıştım. Allah'ım neden kırmızı elbiseli, başında seksenler bantı olan bir Cumhuriyet kızı olamamıştım ben.
burda (göremediğiniz) yüz ifademden bütün nefret duygularım anlaşılıyor

İşte bilinçli bir şekilde Osmanlı'dan nefret etmem, ilkokul 2'de yaptığımız o törenle başladı. Sonra kitaplarda okuduklarımızla, şerefsiz Vahdettin, basiretsiz Baltacı Mehmet Paşa gibi bir dolu mitle pekişti. Geri dönüp bakınca Althusser'in ne büyük bir adam olduğunu bir kere daha anlıyorum. Eğitim ve devlet ideolojisi arasındaki bağ gerçekten ürkütücü.

Bir diğer 23 Nisan travması da ilkokul 1'de gerçekleşmişti. "TRT Çocuk Korosu" denen o üstün insanlar topluluğuyla beraber söylemek üzere "İzmir Benim Van Benim, Şeref Benim Şan Benim" adlı şarkının provasını yapmıştık haftalarca. 23 Nisan'da TV'de gözükecektik, hem de TRT Çocuk Korosu'yla beraber!! Ne hazindir ki, TRT'de çekimlerinin yapılacağı gün suçiçeği denen illete yakalanmış, yüksek ateşle yatıyordum. O zamanlar canlı yayın pek popüler olmadığı için 23 Nisan'dan bir hafta evvel kaydedilmişti program, bana da 23 Nisan sabahı göz yaşları içinde, sınıf arkadaşlarımın o caanım şarkıyı söylemesini TV'den izlemek kalmıştı.

Geldik bir 23 Nisan'a daha. Sanırım artık, 23 Nisan'lar özel okullarında kıyafet balolarıyla kutlanıyor. Çocuklar Sindirella, Pamık Pirenses, Pokahontas gibi karakterlerin kılıklarına bürünüp, cupcake yiyorlar. Devlet okullarında şiir okunuyor mu hala bilemedim şimdi. Sanki ideoloji de değişti gibi ama...

Neyse 23 Nisan Kutlu olsun

Sunday, April 11, 2010

Yavrunuz Turist Olmasın


Bizler şanslı sanılan şanssız çocuklardık. Saçma sapan yarışlara sokularak sözde Türkiye'nin en iyi okullarını kazanmıştık. Hepimiz orta okuldan başlayarak dünyayı değiştirecek, özel yeteneklere ve süper güçlere sahip olan süper kahramanlar olarak yetiştirildik. Liseden mezun olduğumuzda ise artık bir grup "mutant"tık. Üniversitenin ilk senesinde halka karıştığımda "bu insanlar da kim" diye bir sene boyunca ağladığımı hatırlarım. Üniversite'ye alışmak bir sene, halka alışmak birkaç sene aldı. Tam alışıyoruz derken, hop Amerika'lara, İngiltere'lere yollandık. Artık dönüşü olmayan bir yoldaydık. Geri döndüğümüzde nefret suçu, ayrımcılık, "politically correct" vb gibi bu ülkenin sözlüğünde olmayan kelimelerle konuşuyorduk. Sadece birbirimizle görüşebilir, konuşabilir olmuştuk. Gerçek birer ucube olmak üzereydik.

Fakat bizler hiç olmazsa devlet yuvalarına, devlet ilkokullarına gitmiştik. Muz yemenin ayıp olduğu, spor ayakkabı diye bir kavramın bile olmadığı, liberal piyasa etkilerinin "sahip olma" değerlerinin üzerinde henüz hissedilmediği bir dönemde, bir sırada en 2-3 kişinin beraber oturduğu, 50-60 kişilik sınıflarda okuyup, ülkeyi tanıyabilme, anlayabilme fırsatı edinmiştik.

Şimdi ki orta-üst sınıf çocukları içinse durum çok farklı. Özel okul faunusuna 3 yaşından itibaren giriyorlar. Kutu kutu sitelerde büyüyen bu çocuklar, 3 yaşından itibaren 8 dil birden konuşulan yuvalara gidip, 4 yaşında annelerinin düzenlediği konsept doğum günü partisi yarışında buluyorlar kendilerini. Eğer 6 yaşında bir özel okul velediysen, en az 3-4 farklı konseptte doğum günü partisi vermiş olman, en az bir yabancı dili akıcı konuşabiliyor, bir diğerini de anlayabiliyor olman bekleniyor senden.

Bugünün çocukları, yarının Mahputpaşa'ya yolu düşmüş İsviçre'li turistleri, şaşkın, sudan çıkmış balık misali, elinde bir dolu bilgi ve donanımla ne yapacağını bilmez, çaresiz yabancılarıdır.

Burdan anne babalara, en azından yazları çocuklarını Tahtakale'de bir esnafın yanına çırak olarak vermeleri ya da ellerine bir bidon verip pazarda limonata satmaya göndermelerini öneriyorum. Aksi takdirde çocuklarınız önce teenage mutant ninja turtle, sonra da birer yetişkin X-Men olabilirler.


Thursday, March 18, 2010

Tuhafiye III


Tuhafiye serisini uzunca bir süredir ihmal etmiştim. Kaldığımız yerden devam edelim.

Spor salonları enteresan yerler. Gerçi ortak bir ülkünün etrafında buluşmuş insanların tıkıldığı her türlü mekan enteresan ama spor salonları ayrı bir ilginç. Sınıfsal bir tad, bir doku olduğu için mi desem, soyunma odalarının renkliliği mi desem, bilemiyorum...Ama bu yazımda özellikle soyunma odalarının tuhaf alışkanlıklarından bahsetmek istiyorum.

Türkiye'yi ve bu topraklarda yaşayan insanların oluşturduğu toplumu üç-beş hepimiz biliriz. Muhafazakar ve farklılığa tahammül edemeyen insanlar topluluğu desek yerinde olur. C-NBCE seyreden, misafirlerine şarap ve gouda peyniri ikram eden, Golden Retriever sahibi en batıcı ailelerde bile, misal, ailenin kızının evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmesi pek fena yadırganır. Gizlenmeye çalışan ama yine de gayet sıkı bir muhafazakarlık mevzu bahistir her zaman, bu batı sevdalısı ailelerde. Gerçi bir yandan da başka bazı ailelerde çocuk yaştakiler gönüllerince sevişebilsinler diye erkenden imam nikahı kıyılır filan...Muhafazakar olduğumuz kadar, ucube de olduğumuz su götürmez bir gerçek.

Neyse bu tuhaf toplumun tuhaflıkları her yerde ortaya çıkabiliyor. Gittiğim spor salonu bunlardan bir tanesi. Muhafazakarlığı farklı şekillerde de olsa, her sınıfta ayrı ayrı taçlandıran bu toplumun, orta üst sınıfa mensup, spor salonu müdavimleri diye adlandırabileceğimiz bir kesimi, artık nereden gördülerse, soyunma odalarında cıbıl cıbıl takılmayı adet edinmişler. Bahsettiğim cıbıllık, giyinip soyunurken ister istemez ortaya çıkan meme, popo ortamı diil. Bu insanlar cıbıl çıplak saçlarını fönleyen, birbirleriyle muhabbet eden, aynada dakikalarca saçlarını tarayan kadınlar. Aralarında diri popolu, kalkık memeli, manken görünümlü hatunlar kadar, sarkmış koltuk altı ve lömbür bacaklarıyla 70-75 yaşında teyzeler de var. Soyunma odasına her gidişimde, "ya ben de kendi işime bakayım bana ne başkalarından" demek istiyorum ama ortamda istatistiksel analiz yapacak kadar bol malzeme var. Üçgeninden, karesine, kızılından, siyahına türlü türlü ön takım, yayvanından, armuduna, bir sürü popo ve popolet mevcut. İnsan cinsinin bu kadar çeşitli olmasına şaşıp kalıyorum. Biz resimlerden sadece taş kadınların vücutlarını öğrenmiştik oysa ki ve onlarda da pek çeşitlilik söz konusu değildi.

Ama konuyu dağıtmayalım... Beni bu kadar şaşırtan bu insanların çeşitliliğinden ziyade, sanki sittin senedir çıplak dolaşmaya alışkınmışçasına rahat tutumları. Hamam kültürüne pek aşina değilim, belki orda da böyle bir ortam vardır, ne de olsa yıkanıyorsun filan, fakat bu insanların da 'tiki spor salonu soyunma odasına' taşıyacak kadar o kültüre aşina olduklarını zannetmiyorum. Hadi diyelim, hamam olayına aşinalar ve o kültürü yansıtıyorlar... Ama ayna karşısında bu kadar öz güvenle anadan üryan bir şekilde saç fönleyebilmek ya da başka biriyle on dakika sohbet edebilmek için, ne bileyim, bi İsveç'te en az 5 yıl kalmış olmak, bi Münih'te Englischer Garten'da nüdistlerle onbeş yoğun gün geçirmiş olmak filan gerek bana göre.

Edouard Debat Ponsan, Masaj, Hamam Sahnesi,1883

Şimdi soruyorum...Bu insanlar, bu muhafazakar toplumun fertleri, çıplak takılmayı nereden öğrendiler ve bunu öğrendikten sonra bu özgüveni nerden buldular? Bundan sonra sahip olduğum tüm kaynakları bu soruların cevaplarını bulmaya adayacağım. Bu soruların cevapları çözüldükten sonra, bu tuhaf toplumun şifreleri kırılmış olacak ve "onca darbeye rağmen neden ordu hala en sevilen kurum", "yok efendim, depremden sonra kimse niye ders almadı" gibi gibi sorular artık teferruat olacak. Her şeyi çözmüş olmayı ümidediyorum.

Tuesday, February 23, 2010

Cihangir Savoy

Cihangir Savoy Pastanesi'nde oturuyorum. Etrafta 3 masa; 3'ü de elde avuçta son kalmış Rumlar. Bir masa hararetli hararetli Rumca sohbet ettiği için anlayamıyorum. Diğer iki masa karışık konuşuyorlar, birbirlerini ve aynı zamanda buranın garsonlarını da tanıyorlar. Bir masa Yasin Bey diye garsonu çağırıp, profiterol ve ıhlamur istiyor, diğer bir masa yine ismiyle çağırdığı başka bir garsondan gazete rica ediyor. Gazete gelince de "yaşşaa" diyerek seviniyor. Arada, bir masa diğerine laf atıyor, diğeri kahkahalarla karşılık veriyor. Biri Rumca bir şarkıya başlıyor, diğeri kendi masasından şarkıya eşlik ediyor. O kadar yerliler ki, kendimi yabancı hissediyorum.

Vatan, millet konuları çok karışık. Çok da inanmadığım değerler, ancak insanların yüzyıllar boyunca oturdukları, çocuklarını, torunlarını büyüttükleri, dedelerinin elinden tutup sokaklarında dolaştıkları yere, başka bir deyişle evlerine, yuvalarına vatan demeleri çok yabancı gelmiyor burda otururken. O yeri sahiplenmelerini anlıyor, terketmek zorunda bırakıldıklarında duydukları acıyı içimde hissedebiliyorum.

Feriköy'de ananemin evinde büyürken şekillenen hatıralarımın temel taşları arasında Ermeni komşumuz Madam Eliz'in bana özel reçel saatleri, Madam Şirin'in hamursuzları (hepsinin madam olması ne ilginç), Eleni'nin apartman boşluğunda ciyak ciyak "mamaaa" diye bağırışı, en aşağıdaki komşumuz Sultan'ın evinden usulca sızan Zaza türküsü... Böyle müthiş bir zenginliği koruyamamış hatta yok etmeye çalışmış insanların yönettiği topraklarda yaşamak ne hazin.

Bu hoyratlığı sadece Cumhuriyet'e atfedenlerden değilim. Osmanlı zamanında da ayrı mahallelerde farklı hayatlar süren Müslüman ve gayrimüslüm aileler. Çoğunluğun azınlığa kah gavur kah kafir demesi. Müslüman olmayan halkın ödemek zorunda olduğu ağır vergiler.... Bu tekdüzeleştirme, homojenize etme kaygısı farklı sosyo-politik/ekonomik düzenlerin, farklı ideolojilerin ortak derdi tasası olmuş hep. Ne yazık ki, kaybeden ise görünürde değeri bi türlü bilinemeyen azınlıklar, görünenin altında ise toplumun kendisi olmuş. Renkli, zengin, birbirine toleranslı bir toplumu öyle çok özlüyorum ki. Özellikle de bugün, Cihangir'de Savoy'da oturup, bütün Anadolu'nun bir zamanlar böyle olduğunu; farklı dillerin, farklı kültürlerin, farklı halkların bir arada yaşadığı mucizevi bir yer olduğunu olduğunu hayal ederken...

Friday, February 19, 2010

Cemre Sevinci

Dedem toprağa düşecek ilk cemreyi en büyük coşkuyla bekleyen insandı etrafımızdaki. Her sene "cemre düştü, düşecek, tamam şimdi düşüyor" diye bir bizi haberdar ederdi ciddi bir bilim adamı edasıyla. Çok da emindi cemreyle beraber havaların ısınacağına ve baharın toprağa değeceğine. Mart'ın kapıdan baktırdığını da söylemeyi ihmal etmezdi tabi. Çook uzun seneler sonra ilk cemre ilk kez onsuz bir dünyaya düştü bugün ve mucizevi bir şekilde baharın adeta habercisi bir günü de yanında getirdi. Dertler, tasalar bir anda unutuldu. İnsanlar sokaklara döküldü. Etraf çay içen öğrencilerle, birbirlerine laf atan esnafla, yolda karşılaşıp keyifli keyifli konuşan komşularla doldu. İlk cemrenin toprağa düşüşü adı konmamış şenliklerle kutlandı.

Dedemin göremediği bu cemreyi ben de kendi çapımda kutladım bugün, yüzümü güneşe döndüm, içimi ısıttım, bi bira içtim ve hiçbişey yapmadan durdum ve kapıdan baktırmayacak bir Mart diledim doğadan.

Tuesday, February 09, 2010

Kış Nefreti


Kıştan gerçekten nefret ediyorum. Depresyona müsait olan bünyenin serotonin eksikliğiyle yorganla yekpare hale gelmesinden dolayı değil sadece. Bütün hastalıkların, kötü haberlerin, her sene hiç sektirmeden Aralık'ta başlayıp Şubat sonuna kadar eksiksiz sıralanmasından veya
bütün canlıların olabildiğince korunmasız hale gelmelerinden, ve yalnız yaşayan yaşlı insanların evden çıkamayıp yalnızlıklarının içinde daha da boğulmalarından duyduğum derin sancı da değil bu nefretin esas sebebi.

Esas sebep bu ülkeye kış geldiğinde insanların suratlarında bitiveren iğrenç ifade. Ne zaman Kasım'la beraber kış yüzünü göstermeye başlasın, T.C. vatandaşlarının suratlarına düşmanlık, zulüm ve çaresizlik karışımı bir ifade çöküveriyor. Herkes kendi çaresizliğini ve zavallılığını bir diğerini ezerek yok etmeye çalışıyor bu mevsimde. Otuzbirinin son demlerindeki tosun misali, elini hiç kaldırmadan kornaya asılan taksici daha büyük bir nefretle asılıyor kornasına, minibüsçü daha yoğun bir hınçla sürüyor arabasını yayanın üstüne. Yolda yürüyenlerin suratları karanlık, her an saldıracakmışçasına bilenmiş. Her kim bu millet için "efendim sıcakkanlı, misafirperver, duygusal" demişse haltetmiş.

Gerçi aynı ifade bende de var bu mevsimde. Kış hiç bitmeyen bir PMS benim için. Bilmiyorum başka bir yerde, mesela Amerika'nın medeniyeti ve huzuruyla meşhur New England bölgesinde, tanıyan tanımayan herkesin birbirini bir sıcaklıkla selamlamak zorunda olduğu Pleasantville vari bir kasabada yaşasaydım böyle mi olurdu. Tahminim " o zaman bu kadar ağır geçirmeyebilirdim bu uzun PMS'i" yönünde. Zorlama bir aydınlık ve mutluluğun da gerçeğine yaklaştırdığına inanıyorum zira. Ama her koşulda kışın çok zor ve ağır geçtiği kesin benim için. Gavurlar da dalga geçer gibi isim takmışlar bu hadiseye: SAD, yani Seasonal Affective Disorder.

Lafı uzatmadan, kovaların yavaş yavaş balığa dönmeye başladığı, sevgili şaklabanlıklarınin başını alıp gittiği Şubat'ın ortası bu günlerde, Kış mevsimine son bir kez daha seslenmek istiyorum burdan, "sevgili kış, lütfen artık bit, çünkü ben de bittim"

Friday, January 08, 2010

Taraf'ı Sevmiyorum

Taraf'ı sevmek için çok çaba gösterdim ama olmuyor. Üslupları ve diğer saçmalıkları savundukları şeyin doğruluğunu gölgede bırakıyor. Ahmet Altan'ın dindarlık sevdası, bu sevda dahilinde Erdoğan'a devamlı methiyeler düzmesi, AKP yönetimindeki Türkiye'yi bıkmaz usanmaz bir coşkuyla Pleasantville vari betimlemelerle tanımlaması, nerdeyse her yazarının içinde bulunduğumuz dönemi beyaz, geçmiş dönemleri siyah olarak tasvir edecek kadar siyah beyazcı ve vizyonsuz olması ve bu eksende yazdıkları yazılar midemi bulandırıyor. Altan'ın Özkök'ten hiçbir farkı yok gözümde. Hele bi de Halil Berktay gibi bir adamın da böylesi bir parodinin parçası olması içimi burkuyor. Şimdi de dini eleştiren bir yazısı yüzünden Sevan Nişanyan Taraf'taki Kelimebaz adlı köşesini bırakmak zorunda kalmış. Bu zorunluluk Taraf'ın gittikçe artan elitist tavrına yakışmış. Turkuaz grubunun Taraf'ın dağıtımını para almadan üstlendiğini biliyoruz, ama bu kadar kör göze parmak atmayı artık en liboş bünyenin bile kaldıramayacağını düşünüyorum. Taraf'ın hayal ettiği dünya çok güzel,ama kendileri o dünyaya yakışmıyorlar.

Sevanyan'ın konuyla ilgili yazısı:

Taraf Gazetesi’nin bu sansürüne karşı tepkilerini Nişanyan’ın yazısını yayınlayarak gösteren bloglar ise şöyle

Hasan Rua – http://lektuel.net/
Lermontov –
http://cengizchefikir.blogspot.com/
Taylan -
http://www.seviyesizsiyaset.com/2010/01/sansur-ve-nisanyan/
Kenar -
http://kenardan.wordpress.com/2010/01/08/sansurden-sansur-dogdu-sevan-nisanyan-olayi/
Ali Rıza Esin -
http://ali.riza.esin.net/yazilar/sansurlu-yazi-sesi-kisilan-nisanyan/
Cansu Elter –
http://manaaramayin.blogspot.com/2010/01/taraf.html
5posta –
http://5posta.org/fekat-bu-censure%E2%80%99dur-azizim/