Saturday, March 26, 2011

Kainat Yaprak Gibi Kat Kat

Çook uzun zamandır yazılmaya blogu tekrar canlandırma zamanı... En son Ağustos sonunda yazmışım. Bu böyle; artık çok da sorgulamamak lazım. Yaz bayar, içimi sıkar, kış gelir, depresyona sokar, bahar gelir ve benim kısa ömrüm başlar. Tekrar iyi, tatlı, sevgi dolu biri oluveririm. Taa ki yazın sonları yeniden yaklaşıp, kısır döngüm başlayana kadar. O yüzden Ağustos sonunda susup, Mart sonunda konuşmaya başlamam sadece normaldir.

Ağustos'dan bu yana, aradan geçen zaman çok devrimci gözükmese de geri dönüp baktığımda yine ölümler, yine doğumlar, kahkahalar, hüzünler, çabalar, çabalamalar, sosyallikler, yalnızlıklar, kararlar, hırslar, bezginlikler son 6 aya dizilmiş durumda. Kısaca hayat...

Son 6 ayda olan olup biten önemli ya da dönüştürücü hadiseleri buraya yazma niyetim yok. Yazmaya çalışsam da altından kalkamam, kendime sinirlenirim, kayıt tutma derdiyle sayfalara sığmam, o yüzden gerek yok diyelim ve bu aralar (bu da son 6 ayın eseri) kitap klübümüzde okuduğumuz bir kitapla devam edelim.

Evet bu sefer ki kitabımız Ahmet Hamdi Tanpınar'dan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü". Hala buluşup kitap üzerinde konuşamadık o ayrı (siz bu satırları okurken kahvelerimizi ve konyaklarımızı yudumlarken-kitap klüplerinde sadece kahve ve konyak içilebiliyor-bu tuhaf kitap hakkında konuşuyor olacağız büyük ihtimalle) ama yine 3-5 satır bir şeyler karalamak istedi canım. Hem bana da idman olur.

Bu, yıllardır övgüsünü duyduğum, baş yapıt olarak değerlendirilen, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" adındaki kitap, son zamanlarda okuduğum en tuhaf şeydi. Bu tuhaflığın bir Boris Vian, ya da Kurt Vonnegut tuhaflığına denk olmadığını ya da bizarre akımıyla da pek alakası olmadığını söylemeliyim. Tuhaf bir kurgusu olan, giriş ve gelişmesinin birbirine girdiği onlarca sayfanın sonunda bir anda sonuçlanan, yazarın alay mı ettiğini yoksa tam tersine hiç bir şeyle alay etmeyip her şeyi çok mu ciddiye aldığını bir türlü anlayamadığın bir kitap.

SAE bir yandan yazıldığı zaman için uygun kaçsa da zamanımızın ruhuyla okunduğunda basmakalıp betimlemelerden ibaret modernleşme eleştirisiyle iç sıkan, grotesk türk filmlerinde yer alan içki içip hunharca danseden zengin ama zalim sosyete basmakalıbı kadar bayık anlatımları içeren, ancak bir yandan da Türkçe'nin yazılmış belki de en güzel cümlelerine ev sahipliği yapan, nereye oturtacağını bir türlü kestiremediğin bir kitap.

Kitap belki de kafa karışıklığının tarihte tezahür etmiş en güzel hali. Yazarın bir türlü karar veremediği, ne demek istediğinin anlaşılmadığı öyle çok mesele var ki...

Kitabın baş kahramanı Hayri İrdal, ezik, silik ve çekicilikten uzak bir karakter mi yoksa bütün sahteliklerin ortasında duran sahici ve samimi, dürüst bir insan mı?

Kitabın şatafatlı bir diğer karakteri Halit Ayarcı şarlatanın önde gideni mi yoksa insan tabiatının en derin detaylarını sökmüş, işini bilen, kendine güvenli bir lider mi?

Hayat acılarına rağmen olduğu gibi mi yaşanmalı yoksa yaşandığı gibi mi olmalı (Böğk)

Ve bu kitap aslında fazla uzun bir öykü mü yoksa hakkını veren bir roman mı? İşte belki de yazarın bile bilemediği bu soruların cevaplarını az sonra tartışmaya gidiyorum. Giderken de ıslık çalıyorum.