Wednesday, October 17, 2007

Dünya küçülürken...

Buraya son girilen yazıdan beri dünyada çok şey değişti. Büyük ihtimalle 18.yüzyıl ve 19. yüzyıl arasında geçen koskocaman yüz senelik zaman diliminde bile bu denli dramatik değişiklikler yaşamamıştı insanlık. Boru değil, dünya üzerinde hüküm süren bütün gerizekalı savaşlara ve halkları kutuplaştıran ve sürekli bir diğerini ötekileştiren Amerikan eşkiyalık sistemine nispet yaparcasına bir daralma ve küçülme gerçekleşti şu yaşlı gezegenimizin üzerinde. Tabii ki de hepinizin bildiği gibi hayatlarımıza jet hızıyla giren facebook'dan bahsediyorum.

En şüpheyle karşılayanlar, en cool duranlar, en benim işim gücüm var uğraşamam diyenler, en biz bunları çok gördük diyenler teker teker düştüler facebook'a. Facebook içinde "antifacebook" oluşumlara rastlandı, ama bu oluşumların mensupları facebook dışında yer almayı düşünemediler bile, içerden muhalafet dediler, bağırındılar ve sonra sustular. "Facebook çığrından çıktı, ebemi de bulucam yakında" diye grup kuranlar, mücadeleden vazgeçip, kendilerini facebook'un birleştirici, ılık kollarına bıraktılar bir süre sonra. İlkokul arkadaşları bulundu, defalarca buluşuldu, 1980'lerde ilk öpülen sevgililer arandı, bulununca nükteli mesajlar atıldı, ilk defa doğum günleri geniş kitleler tarafından kutlandı ve en yalnızlar bile sevildiklerini hissettiler. Aileler facebook'da buluştu, müzikler çalındı, kopmaya yüz tutan arkadaşlıklar güçlendi, güçlüler tavana vurdu. Haftasonları hummalı bir faaliyetler dizisine döndü; cuma günü 14 senedir görüşülmeyen yazlık arkadaşlarına, cumartesileri ortaokulda gidilen bir kursta tanışılan insanlara, pazar öğleden sonraları ise yuva sınıfıyla buluşmaya ayrıldı. Dünyanın öbür ucundaki tanışlara, nerdesin, ne yapıyorsun diye soruldu, cevap alındı, mesafeler daraldı, dünya küçüldü. "Dünya insanlarıyla arkadaş ol" uygulaması indirildi, mozambik'ten, paraguay'dan insanlar arkadaş listesine eklendi, dünya noktaya döndü.

İnsanlık bir platformda bütün bu dönüşümü yaşarken, başların üzerinde bir kardeşlik haresi büyürken, balon bile olsa bir dostluk sahnesi inşa edilirken, mesafeler daralır, farklılıklar azalırken, bir başka platformda kardeşe kardeşi kesmeyi unuttuğu hatırlatıldı.
Uluslararası politika iğrençliği insanlığın gitmeye çalıştığı her türlü ortak hayali, kesişen her yolu darmadağın etmeyi becerdi yine. Bu topraklar üstünde oynanan binlerce oyuna bir yenisi eklendi, ve yüzyıllardır beraber yaşayan hakların arasına kirli düzeneklerden bir yenisi döşendi.

Yeni kağıt oyunumuzun adı, kürt kaçtı, ermeni kingi, türk pokeri. Çok nefis, bol kozlu, çok alengirli şahane bir oyun bu. Oyunu oynayanlara ebedi mutsuzluk ve sonsuz acı diliyorum. Umarım kendi boklarının içinde boğulurlar.

Sunday, August 26, 2007

mahallemiz

Bütün gençliğini etiler-ulus-akatlar üçgeni içinde geçirmiş, ve okul dahil her türlü hayati önemi olan yere en fazla 5 dakikalık bir araba yolculuğıyla ulaşmış biri olarak, Beyoğlu ilçesine taşınmam ailemin her bir ferdinde travmatik bir etki yaratmıştı. Ananemin evime ilk gelişini hatırlıyorum. Elinde eğreti alınmış bir ev hediyesi havlu, yüzünü buruştura buruştura elime tutuşturup, gerçek bir evin olunca hediyenin de gerçeğini alırım gibi bir laf etmişti. daha sonra evime gelen her akrabam acıyarak "yokluk içinde de değilsin ama neden böyle bir yerde oturuyorsun" alt metniyle laf koymaya devam etti. Evet bunları duyan beni varoşta bütün ailemi de konak ta oturuyor sanabilir ama kazın ayağı öyle değil tabi. Özellikle benim için en çok üzülen ananemin, yıllarca şehrin göbeğinde benimkine çok benzer bir sokakta oturduğunu düşünecek olursak bütün bunlar komik gelebilir kulağa. Annemin de sokağa girince tansiyonu çıkıyormuş nedense. İşin doğrusu mahallemizde (aile efradının abarttığı kadar olmasa da) her saniye enteresan enstantanelere rastlamak çok mümkün. Aslında kendisi bir küçümen evren ( nam-ı diğer mikrokozmos), ve kesinlikle steril olmaktan çok uzak.

Bu taparcasına sevdiğim mahallede aslında düşünüyorum da, günler hiç öyle pırıl pırıl geçmeyebiliyor. Sokağa çıktığım zaman standart olarak rastladıklarım arasında yavrusunu yiyen kediler, kardeşini yiyen martılar, pipisini çıkaran deli, mahalle sakinlerini asla hırpalamadıklarını iddia eden kerane sahipleri ve maaşlı pezevenkleri gibi elemanlar geliyor. Sokağı saatlerce kapama hakkına sahip olduğunu düşünen esnaf kamyonetleri, eski mahalle sakinleri ve yeni entel/yuppie zümre arasındaki kıyasıya savaş, sokaklarda 24 sat boyunca oynayan çocuklar, camlardan sarkıtılan hatta 7/24 sarkık tutulan sepetler, milyonlarca kedi, milyonlarca kedi boku, canı sıkılan otopark mafyası tarafından patlatılan lastikler veya müzik dinlediğin için hönkürerek bağıran karşı komşu, balkona çıkınca dört bir yandan yayılan ot kokusu her bir adet günün gayet gayristeril, gayet şoke edici geçmesini sağlayan vazgeçilmez unsurlar.

Evet mahallemiz bir çamaşır suyu şişesi, bir bebek cildi saflığına ve temizliğine sahip değil belki. Ama gittikçe artan ve başka bir yerde yaşamayı tahayyül bile ettiremeyen bir bağımlılık unsurunu kesinlikle barındırıyor. Mahallemiz bir hayata maruz kalma hali. Mahallemiz çöp kokuyor ve mahallemiz kesinlikle deli.

Sunday, August 19, 2007

Global Isınma Kutupları Eritebilecek mi?

Sarhoş olup blog yazmaya bir son vermenin zamanı geldi gibi gözüküyor. Aşka gelip kısa ve absürd hikayeler yazmak, ya da sevdiğimiz şairlerden şiirler recite etmek çok prim yapmıyor bu camiada. Gelen tepkilerden de açık ve net anlaşılıyor bu. Peki, öyle olsun. O zaman hemen sert bir manevrayla ciddi meselelere geri dönelim. Bakalım neler olmuş makro ve mikro çevrede. Geçtiğimiz hafta Putin çok da çaktırmadan eneteresan bir kelam etti, "tek kutuplu dünya çok zararlı, çok fena bişey" diyerek adeta çift kutuplu günlerin kutup başı olduğu günleri yadetti. Bu laflar daha da ısınacak bir dünyanın habercisi olabilir mi acaba diye düşünmeye yeltenirken, hemen direksiyonu kırıyor ve kutupların kendi hayatlarımızdaki tezahürlerine bakıyoruz. Putin gibi sanırım, hiç kimse kutupsuz bir hayatı hayal edemiyor artık. Ya da zaten hiç bir zaman mümkün olamayacak bir hayaldi bu. Öyle ki, en basit günlük yaşamda bile bir araya gelmesi imkansıza yakın olan kutupcuklar söz konusu. Bu aralar en popüler olanlarıı ise medeni hallerin oluşturduğu kutuplar sanırım. Evli ve çocuklular, sade evliler, nişanlılar, bekarlar, arananlar vs gibi farklı fraksiyonlar kendi hegemonyalarını kurmaya çalışırkan sabit bir rekabet içindeler mütamadiyen. Ne yazık ki bu farklı türlerin mesele ve gündemlerinin bir araya gelmesi veya uzlaşması şimdilik mümkün gözükmüyor. Evliler birbirlerini evlerinde ziyaret edip, kanape ve sehapadan oluşan oturma setlerinin etrafında zaman geçiriyorlar, evli ve çocuklular sadece türdeşleriyle beraber tatile çıkıp, tatil köyleri dışında bir ortamda var olmayı hayal bile edemiyorlar. Nişanlılar ( ki en ilginç fraksiyonlardan biri bu bence), sosyalleşmelerini yine kendi türleriyle yapıyorlar ancak aktiviteleri sadece bu ara-dere dönemin önemli meselelerini konuşmaktan ibaret olduğu için zorunlu olarak yine sadece kendi kutup üyeleriyle muattap olabiliyorlar, zira düğün yeri, tafta/dantel fiyatları, mutfak rafları gibi Nurullah Ataç metinlerini aratacak denli eğlenceli konuları kendileriyle konuşup fikir alışverişi yapabilecek başka kimse olmayabiliyor etrafta haliyle. Bekar adı verilen zümre ise, yukarıda adı geçen aktivitelerin topundan hiç hazzetmediği için, kendi türü dışındakilerin gittiği mekanlara gitmeyi zul biliyor. Kazara böyle bir yerde bulursa kendini, ciddi bir oksijen taviyesine ihtiyaç duyuyor, aksi takdirde tıbbi müdaheleye maruz kalabiliyor. İşin ilginç kısmı, bütün bu kutup ve gruplar kendi ait oldukları grup dışındakileri hor görerek, kazın ayağı her ne kadar farklı olsa bile kendi türlerinin en ideali olduğu konusunda yarı ilüzyon bir gerçeklik yaratmaya ve dahası bu gerçekliği dünya aleme empoze etmeye çalışıyorlar.

Bush Putin'e ne yanıt verecek bakalım ama ne derse desin tek kutuplu dünyayı savunacak verileri bulması ve savını destekleyebilmesi bu şartlar altında zor gözüküyor.

Thursday, August 09, 2007

cemal abi yeniden

afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;varto depremini düşün, yardım olarak batı'dangönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni.adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın;tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?..eşiklere oturmuş bir dolu insan, keşke yalnız bunun için sevseydim seni

cemal abi

mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir;banliyo treninde rastladığımızsınav saatini kaçırmış liseli kız,hep kazanırsın ey çözümsüzlük!ey otobüssever ey troya yolcusu!anımsarsın günlerce konuşup durmuştuko ib(ipekböceği) sesli kadını;birinin grönland'ı olmaya hazırlanıyordu.iki çay söylemiştik orda, biri açık,keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Thursday, July 19, 2007

Şalgam ve Kedi'nin Öyküsü

Şalgam vardı. Anlatamıyordu derdini. Mordu, karizmadan yoksundu, dahası turşusu kurulurdu, turşu dışı halinin esamesi okunmazdı. Kışın aranır yazın unutulurdu. Ve bir de Kedi vardı; gururluydu Kedi. Gururundan yürürken etrafına bile bakmaz idi. Arkadaş oldular bir gün, Şalgam ve Kedi. Beraber mumun aleviyle oynadılar. Balık pazarına gidip taklalar attılar. İkisinin de çocukluklarının geçtiği yerdi, yadırgamadılar. Oynarken unuttular tabi, Şalgam ezikliğini, Kedi soğukluğunu. Oynarken bir oldular. Yek ruh olunca vücut aradılar. Kedi oldular; olmadı, Şalgam oldular; olmadı. Böyle uyumsuz, böyle tutarsız bir beraberlik için aradılar, taradılar ve sonunda insanı buldular. Sevinerek yerleştiler insan vücuduna. Hem vakur, hem tedirgindiler, çünkü Şalgam ve Kedi’ydiler.

O gün bugündür her insanın içinde bir şalgam bir de kedi yaşar. Ve biri diğerine mütemadiyen şaşar.

Wednesday, July 18, 2007

İlhan Berk'i özlemek


Bilen bilir. İlhan Berk özlenesidir. Ölmeyesidir. İlhan Berk uzun bir adamdır, bir bodrum heykelidir. Arkadaşlığın mucizesine inanmış, şarabı çok sevmiş, yazarak mutsuzlaşmış, çizerek hayatı sevmiştir. Postanede karşıma çıkıp, 2 gününü benimle geçirecek kadar yüce gönüllüdür. Asırlarca yaşamalıdır, ve ilkine dokuz kalmıştır. Hayatımı anlamlı kılar. İlham verir. Yanına gitmemi beklemesini istediğimdir.

Sunday, July 08, 2007

mutluluğun 3 Ksı-kekik, kedi ve karpuz

Haftalık pazar eklerini okuyarak, akşamdan içilen alkolün geçmesi için kendine iyi davranılan bir Pazar günündeyim. Mekan Assos olunca herşey daha kolay, daha acısız oluyor, alkol recovery'si bile... Tanrı'ların ülkesinde yaşadığımızı göstere göstere göze sokan bir yer burası. İnsanlar hoş, su muazzam, dünyanın en güzel sessizliği, en güzel gökyüzü kesiti. Mutlu olmak için hiçbir şey yapmak zorunda olmadığın, mutluluğun her tarafı kapladığı bir yer. Geri dönmek için bir tane sebep bile görememe rağmen, geri dönecek olmak bile mutluluk veriyor. Ne tuhaf. Düşünüyorum ve hayatı tatil ve tatilsizlik arasında gergin bir ip üzerinde yaşamak zorunda olmanın bir tane bile geçerli sebebini bulamıyorum. Hep tatil kıvamında bir hayat yaşamak hiç zor olmamalı. Bunu isteyip de bir türlü beceremeyenelerin ise bir basiretsizliği olmalı. Bu basiretsizliği liflerine ayıracağım ve sözde bilerek ve isteyerek seçmiş olduğumuz bu gergin hayatı neden her ne pahasına olursa olsun korumak istediğimizi bir gün muhakkak anlayacağım. O zamana dek, gelsin cuma akşamı hezeyanları.

Friday, June 29, 2007

neden neden neden

Erkekler hayattan neden korkar?

Gerçekten bilemiyorum. Anneleri tarafından küçük prens olarak yetiştirilmiş oldukları için diye düşünürdüm. (O da etkilemiştir mutlaka). Ya da genetik bir bozukluk. (Anne karnına düştüklerin andan itibaren çetin şartlara daha dayanıksız oldukları da bilimsel bir gerçek) Ya da günü kurtarmak üzerine kurulu bir mekanizmaları olduğu için ( avlandıkları dönemden kalma bir şey)...bilemiyorum. Ama hayatta mutsuz olmaktan korktukları için mutsuz olan, hayatla karşılaşmaktan tırstıkları için hayata başlayamayan o kadar çok erkek çocuk yetiştirildi ki bu dünya üzerinde. Bügün o mutsuzluk ve basiretsizlik bulutunun ağırlığı altında eziliyoruz insanlık olarak. Bunun dünyaya verdiği hasarı düşünmek bile istemiyorum.

Nedir erkeklerin aradıkları? Neyle mutlu olurlar? Ben mutluluklarının şartlardan bağımsız olarak kendi hakkındaki tahayyüllerinde gizli olduğunu düşünüyorum. Kendileri hakkında o dönemde kurdukları hayale ters düşerlerse, mutsuz er kişi vakası vuku bulur.

Hepimizin hayatında kendisine acı çektirmiş sonra gidip başka bi kadınla şıp diye evlenmiş erkekler vardır muhakkak. Eziyet objesi olarak neden seni seçmiştir, sonra o diğer kadına neden nazlanmadan teslim olmuştur hala bilemiyoruz. Diğer kadın kendisini daha mı çok mutlu etmiştir, hayır büyük ihtimalle. Bir teslimiyet ihtiyaçları olduğu da gerçek. Bunu da cebimize koyalım. Belki de nasıl dünyadaki tüm dişi canlılar nesil yetiştirmek için en uygun baba adayını aramak gibi bir güdüyle hareket ediyorlarsa, erkekler canlılar da teslim olabilecekleri (kendisine sonraları tehlike arz etmeyecek) bir dişi arama gibi bir güdülenme içindedirler. Bu arada “hala çok gencim” söylemini de unutmamak lazım. Sorumluluk almak için çok gencim. İlerlemek için çok gencim. En az bu kadar klişe Amerikan filmlerinde karşımıza çıkan “Bırakın beni, ben Amerikalı’yım” repliği vardır herhalde. Hala çok gencim takıntısından hayata başlamayı bir başlangıç değil, bir son olarak görmekteler gerçeğini çıkarıyoruz.

Hikayeyi özetleyecek olursak, süper kahraman olduğunu sanan küçük bir çocuk vardır. Bu çocuk süper kahramanlıktan boşta kalan zamanlarında annesi tarafından paşa oğlum diye sevilmektedir. Çocuk yavaş yavaş büyür ve süper kahraman olamayacağının kısmen farkına varır. Fakat dünya üzerinde hala öyle takılmaya devam etmektedir. Artık karşısında süper olmayan bir dünyada süper kahraman vasıflarından aniden mahrum edilmiş bir madur olarak, sıradan bir insan gibi yaşayıp mutlu olmak gibi bir güçlük vardır. Hiç de süper olmayan bu hadise, kurduğu hayallerdeki kendi imgesini tamamen hiçlemektedir. Bu hal ve durum eğer şanslıysa 15-20 sene devam eder ve otuzlarının sonuna doğru azalrarak kırklı yaşlarda kısmi olarak yok olur. Yok eğer şansızsa bu illeti hayatı boyunca çekecek, sahip olduklarıyla mutlu olamayıp, ne aradığını bilemeyen küçük kart prens olarak, tatminsizliği ve mutsuzluğu andropoz zamanında tavan yapacak ve sapıtmaya varan boyutlara ulaşacaktır.

Tabii ki genellemeler yanlıştır, tabii ki herkes farklıdır, ve tabii ki istisnalar vardır fakat kaideyi bozmazlar. Tıpkı benim süper araba kullanıyor olmamın malesef gerçekten malesef genel kaideyi bozmadığı gibi.

kızmasın kimse, öperim gıdıdan

Tuesday, June 19, 2007

ommm


Eğer bu aralar çekim yasasından en az bir kere bahsetmemiş, quantum düşünce tekniğini bir kerecik olsun denememiş, ve en az 2 kere “the secret” adlı kitaba refere etmemiş isen ey okucuyu, düpedüz yazıklar olsun sana. Neden her kötü şey benim başıma geliyor diye düşüneyim deme sakın, sen zaten en kötüsünü hakkeden sefil bi insansın, insan bile değilsin sen, sen nesin ben bilemiyorum. Neyse efenim herhangi bir şekilde mutsuz olmanın veyahut negatif düşünmenin ahlaksızlığın en önde gideni sayıldığı bu günlerde, bu öğretilerden voliyi vurmuş birtakım insanları gerçekten tebrik etmek lazım. Zira pozitif düşün ki evrendeki bütün pozitif düşünceler koşarak peşinden gelsin diye özetlenebilecek bu abukluklar serisi, görüyoruz ki insanların nazarında çoktan “yasa” mertebesine erişmiş. Geçen gün mesela azar işittim bu yüzden, “Gubilik, çekim yasasına karşı geliyosun” dedi biri bana. Havada yürüyorum sandım birden, yerçekimi yasasına karşı geldiğimi düşünen bir gafil olarak. Ama tabii ki bu çekim o çekim diil, hemen doğrunun farkına vardırıldım. Pozitif enerjiyi çekme yasasıymış bahsi geçen yasa. Global ısınmayla gelen felaketler silsilesi, Filistin’in kendini bölerek imha etmesi, dumandan gittikçe görünmez olan bir ortadoğu, dünyada patlayan terör, daha da ürküterek patlayan devlet terörleri vs vs gibi hiç sona ermeden uzayan upuzun bir listeyle pozitif düşünerek pozitif bir dünya oluşturduklarına inanmak suretiyle alay eden bu insan grubu giderek büyüyor...Eskiden ben de pozitif düşünceye inanan masum bi insancıktım ama bu şahane dikteler sayesinde tiksinir oldum. Pozitif düşüneceğim varsa bile içimden gelmiyor. Din halkın opium’udur diyen bir düşünüre selam gönderip, herhalde dünyanın geldiği son durumda hiç bir dinin yetemeyeceğini hatta durumu daha da boka sardıracağını farkeden gizli örgütlerin, CIA’in filan çıkardığı palavralar olsa gerek bunlar diye düşünmeden edemiyor insan. Bir yandandan da Scientology, Illuminati dedikoduları... Her ne tarikatın ya da gizli örgütün halt yemesi ise, bakalım ne kadar sürecek bu komedya...? Belki de hakikaten "son mutlu olma çırpınışları"dır insanlığın. Beklemedeyiz.

Monday, June 18, 2007

Bu son, söz

Hiç kaçırmadan seyrettiğim Bindirbir Gece adlı başyapıt beni şaşkınlıklara gark etmeye devam ediyor. Geçenlerde yayımlanan bilmemkaçıncı bölümünde de dehşetengiz sahnelerle karşılaştık külliyen. Mesela, Şehrazat, o bakirelik yemini etmiş mürebbiyeler gibi saçını ortadan ayrılarak sımsıkı toplanmış bir şekilde karşımıza çıkan Şehrazat, o da ne saçını açmış, kah dalgalı fön çektirerek, kah duştan sonra tarayarak düz olarak kullanmaya başlamış. Mesaj açık ve net; panelist tarzı konuşmasından asla ödün vermeyerek ne kadar güvenilir ve prensipli bir insan olduğunu seyircinin kafasına vura vura anlatan, kara gecenin aktörlerinden Onur Bey ile izdivaç kararı alarak, namısını temizletmiş ve bu suretle artık daha normal bir insan gibi davranabilme icazeti almış halkından. Gerçi bana düzenli olarak seks yapmaya başladığı için rahatlamış gibi geldi ama neyse. Bu arada efsane diziden bomba replikler gelmeye devam ediyor.

Bomba I- “Napiim Şehrazatcıım, Harvard’da biz Türk öğrenciler sürekli birlikteydik.” (Ben sana Harvard’a gidemezsin demedim, adam olamazsın dedim yavrum...bknz. padişah ve oğlu hikayesi)

Bomba II- “Hahayt Abuzittin Bey siz dürüm yer miydiniz?” (gerçek sahne adını hatırlayamıyciim için üzgün olduğum abuzittin bey zengin olduğu için dürüm yememeli diye bir önyargısı var senaristin, yerse de sushidürüm yemeli yiğidim.

Bomba III- “Mr.Brown’ı aradın mı Keremciim.” (Bu noktada senaristlerin net t...k geçtiklerini anlıyoruz, yok eğer geçmiyorlarsa vakit kaybetmeden biz onlarla geçiyoruz.

Bomba IV-“Tarabya’da çok harikulade bir italyan restoranı açılmış. Adı Botticelli, harika ravyoli yapıyorlar, ravyoli sever misin ravyoli?” ( Bunu söyleyen daha önce dürüm yer misiniz sorusuna maruz kalan ve heyecanla yediğini belirten Abuzittin Bey, şimdi kendisinden en az 30 yaş genç sarışın hatunu yatağa atmak için ravyoli ayağı çekiyo. Kusmuk kıvamına az kaldı sayın seyirciler. Burjuva olmak için ravyoli yenir diye ezber yapmış senaristlere allah akıl fikir versin der, Botticelli’yi de zavallı gündemlerine alet ettikleri için kendilerine ayrıca teessüf ederek sözlerime son veririm . İtalyan lokantasının adı vaffankulo olsaymış keşke, daha bi italyan, hem seyirci hıyar nasolsa, anlamaz.

Sunday, May 20, 2007

üsküdar musiki cemiyeti 90.yaşını kutlayacak

Biraz da müzik konuşalım... Bu yaz İstanbul'lu müzikseverler için çok özel bir yaz olacak gerçekten. Çeşitli festivallere gelen isimler bir biri ardına açıklandıkça, kalbimi güçlendirmek için neler yapmalıyım diye ciddi ciddi düşünmeye başladım. Geçtiğimiz hafta bir geceyi sevinçten neredeyse uykusuz geçirdim. Gelmesi kesinleşmiş insanların tam listesi http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=221790&tarih=20/05/2007 adresinde şimdilik. Blonde Redhead, Coco Rosie, Antony and the Jonhnsons, Beirut ve James, ne kadar sık seyretsek de Bryan Ferry benim favorilerim ama bir Plant ve bir Satriani'nin gelmesi de old school rock seven abla ve abiler için ne anlama geliyordur allah bilir. Heyecanla bekliyoruz.

Erkekler için iki kötü haberle satırlarımı noktalıyorum.
Domatesin prostata iyi gelmediği anlaşılmış. Erkenden önlem almak amacıyla bol bol domatesli pilav yiyenlere duyurulur. Yetmiyormuş gibi bundan 50 yıl öncesiyle kıyaslandığında DNA'daki Y kromozomunun yarı yarıya küçüldüğü ortaya çıkmış. Feminen taraflarıyla daha barışık, daha az homofobik bir erkek jenerasyonunun geldiğini umabilir miyiz acaba?

Wednesday, May 16, 2007

Ne Kadar Sallarsan Salla

Bir süredir farklı farklı fraksiyonlara ait okurlardan farklı farklı tehdit mektupları alıyorum. Bu mektuplardan bazıları yazılarımı “ben çok kitap okuyorum, bak ne güzel havalı kelimeler kullanıyorum” gibi bir duruş içinde olmakla suçlayıp, o yönde tehditler savururlarken, bazıları da suya sabına dokanmayan, dolayısıyla karakterime aykırı yazılar yazdığımı iddia ederekten, tehditlerini diğer bir yönde fırlatıyorlar. Vakur bir gülümseme ve birleştirici bir şevkatle kucaklıyorum hepsini. (inanmayanlar kırıcı olur)

Öncelikle şunu ifade edeyim, söyleyecek birşeyim yoksa susmayı tercih etmeyi tercih eden bir kimseyim. Bu satırlarda söylediklerim de genellikle yürürken, tuvalette, efenime söyliyim, salata filan yaparken aklıma gelen, bir süreliğine de olsa orda ( aklımda) zaman geçiren düşünce parçacıklarıdır ki onları dillendirirken de, çok basit bir çıkarımla kendi okumak isteyeceğim gibi yazmaya çalışırım evet. Dolayısıyla yazdıklarım okumak istediklerime, isteyeceklerime bir öykünmedir, ona da evet. Ben, kedime yün hırka ördüm, bugün de camları bi güzel ovdum, dostluk ne harika, bahar çiçekleri ne cumburlop tarzı yazılar okumayı sevmiyorum. Karşıma çıkınca da geçiyorum, bundan yola çıkarak o tür yazılar yazamıyor olmam da çok doğal bir akış gibime geliyor. Bu, neden senin blogun ahmetin mehmetin hüsmenin blogları gibi naif ve gündelik değil diye soranlara cevabımdır. Beğenmeyen zaten okumazdır.

Bunun yanısıra yazılarım da çok provokatif de bulunmuyorsa, iki sebebi vardır. 1-canım provokasyon çekmiyordur, 2-provokasyonun kıralı politik provokasyondur, o arenada takılmanın Türkiye’de doğrudan sonucu hapistir, işkencedir vs dir. En azından benim yapmak isteyeceğim türden provokasyonun bedeli budur. Çok da gerekmemektedir. Bu da neden provokatif değilsin diyen arkadaşlarıma cevabımdır.

Evet bugün defansifim ama rating yaratıyor, naapiyim.

Wednesday, May 02, 2007

Sirk İşi Türkiye'de Neden Tutmuyor?!?

2007' nin Mayıs ayına tam gaz girmiş vaziyetteyiz. Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin dokuzyüzellidörtbinüçyüzokinci çığrından çıkma hallerini yaşıyor. Bir yandan 29 Ekim doğumlu Abdullah Cumhur Gül adlı vatandaşın ( vatandaş demek devlet memuruna hakarete giriyor mu acaba?) ismine layık olmaya çalışma manevraları, bir yandan Türk Ordu'sundan post-moderni de geçtim, post-dekonstrüksiyonist üstü az nohut tadında internetten semi-muhtıra denemeleri (hoş ben youtube'a muhtıra videosu upload edilmesini tercih ederdim gerçi ama...) , başka bir yandan sırf inat olsun da, kutlamalar, anmalar kendi istediği meydanlarda yapılsın diye yüzbinlerce polisi savaşa gidermişcesine bir avuç insanın üstüne salan toparlak bir vali, ve bu kocaman anlamsızlıklar balonu içinde usul usul el-Nino sıcaklarını bekleyen Türkiye. Ha bir de Deniz Baykal hakkında halkı tahrik'den suç duyurusunda bulunuldu. (Dincisi, laikçsi, liberali ve muhafazakarıyla sanırım herkes için için en çok buna sevindi) Evet bütün bu İsveç'de mesela, toplasan bir yüzyıl içinde ancak gerçekleşebilecek sansasyonel yoğunluktaki hadiseler, bizim ülkemizde 3 gün içinde cereyan etti.
Ancak ve fakat, kaos ve adrenalini sıvı olarak damardan enjekte ettiğimiz bu geçtiğimiz hafta içinde beni en çok şaşırtan ve dehşete düşüren şey ne Bülent Arınç'ın karısı türbansız olan Vecdi Gönül'ü alenen veto etmesi, ne de Tanju Çolak'ın "çatır çatır teşvik primi aldık, paraları da kıtır kıtır yedik" açıklamaları oldu. Açıkçası geçtiğimiz hafta beni en çok şoke eden mesele Şehrazat'ın Onur Bey'e senli benli hitap etmeye başladığını görmek oldu. Hakikaten porotesto edesim geldi, zira sarsıldım ve dağıldım karşılaştığım bu manzara karşısında. Hem de o tertemiz anne rolünün içindeyken, yani biricik oğlu tatar Kaan'ın yanındayken yaptı bunu. Ağzını açtı ve fütürsuzca SEN dedi Onur Bey'e. Türkiye buna hazır değildi bence. Bey demeyi bıraktı mı, onu göremedim. Anlaşılan Bindirbir Gece şaşırtmaya devam edecek bizi...

Wednesday, April 04, 2007

quo vadis?

Artık hiç bir zaman bir Marco Polo ruhuyla seyahat edilemeyeceğini içten içe biliyordum sanırım ancak geçtiğimiz haftasonu itibariyle herşey çok daha netleşti. Turist olmak başlı başına ikinci sınıf bir durum, biraz utanç verici ama bir yandan heyecan verici. Heyecan vericiyi açmak gerekirse, heyecan duymaya güdümlü, heyecan arayan bir ruh halinden bahsediyorum tam olarak. Ve işin enteresan tarafı seni neyin heyecanlandıracağını birebir bildiğin için de, o potansiyel heyecan verecek şeyi arama hali diye özetleyebiliriz turist olmayı. Mesela ben dar sokak görmekten heyecanlanıyorum ve her gittiğim yerde dar sokak arıyorum. Dapdaracık bir sokak bulunca da sanki maden bulmuşçasına heyecanlanıyorum. Oysa süpriz faktörü sıfır bir arama halinden bahsediyoruz. Ne anlamsız. Dar sokakları olmayan bir yere gidince de, ne olursa olsun beğenemiyorum bir türlü.

Bilginin taşmış lağım gibi ortalıklarda aktığı bir dünyanın her türlü bilgiye kadir vatandaşları olarak, her bir yeni ortama, yeni duruma o yeni ortam ve durumla ilgili zaten her türlü ön bilgiyi proses etmiş ve kurgulanmış bir beklenti ve yargılama potansiyeli ile adım atıyoruz ne acı ki. Ve bu yüzdendir ki, hiçbirşey hiçbir zaman gerçekten yeni olamıyor trajik bir şekilde. Yeni bir ülke, yeni bir kültür, yeni bir hayat bile neredeyse yok. Hele bir turist için hiçbir yenilik yok. Beklentilerin karşılanması veya karşılanmaması var sadece. Beklentin dar sokak, leziz bir mutfak ve bir parça otantizm kırıntısı ise, onun bile karşılanma ihtimali %5o'nin üzerinde değil. İşin içine kırıntı kadar bile otantizm girdi mi, globalleşmenin hiç yoklamamış bir yer olması gerekliliği de beklenti algoritmasının içine giriveriyor ister istemez.

Gündelik hayat, sıradan hayat ise çok daha şaşırtıcı her nasılsa. Tıpkı Eduard Manet'in fii adlı bir tarihte yaptığı o suratlara tokat atan resim gibi. Kimse gündelik hayatın bu kadar şaşırtıcı olmasını kaldıramadığı için o dönemde Manet'i topa tutmuşlar. Gerçekten de, adamcağızdan tiksinmelerinin sebebi bu olmuş. Egzotik yerler, dini şahikalar ve soyluluktan yarılan zatları çizmemesi onu çok rezil bir ressam yapıvermiş, zamanın Hıncal'larının gözünde. Ve tabii gündelik hayatı böylesine sansasyonel bir şekilde sunması da, iki satır önce de dediğim gibi....


Ondokuzuncu yüzyılda henüz paket turlar daha popülarite kazanamadığı için ve tabii imparatorluklar arası sınırlar bayağı da bir penetre edilebilir olduğu için, seyyahat etmek aylar alsa bile çok büyük bir erdemmiş. E haliyle bir ayı yolda geçen bir seyahat sonrasında kimse 4 gün kalıp geri dönmediği için, insanlar gittikleri ülkelerde bir süreliğine de olsa oranın yerlisi gibi takılabilmişler.
Lafı daha ne kadar uzatabilirim bilemiyorum, ama sadetle iştigal edecek olursak kısaca şunu söyleyebilirim, 21. yüzyıl hayatımızın en vazgeçilmez ögelerinden Perşembe-Pazar get awaylerinden birini daha önce hiç gitmemiş olduğum bir yere yaptım, geçtiğimiz hafta, ve evet güzeldi ve keyifliydi. Ama Marco Polo'nun ki kadar keşfedilmemiş bir dünyada olmasa da, en azından 19. yüzyıl seyyahlığını yaşayabilmeyi isterdim. Bilginin bu kadar uluorta olmamasını, biraz daha şaşırabilmeyi ve bu kadar net ve set beklentilerle seyahat etmemeyi... Uzun lafın kısası, İstiklal Caddesi bugün her zaman ki gibi gündelik hayatın en harikulade detaylarıyla bezeliydi; Velhasıl seyahat etmeyi turist konjüktüründen çıkararak yeniden tanımlamak lazım.

Thursday, March 29, 2007

Robotek

Sene bindokuzyüzseksen filan olmalı. Çok boş zamanım olduğunu hatırlıyorum, demek ki okula gitmiyorum. Bu da 81 öncesi mutlu yıllara tekabül ediyor. Kuzenimle beraber dönemin en favori aktivitesini gerçekleştirmek üzere onların evinde toplanmışız. Telefonda random numaralar çevirerek kendi küçük aklımızla insanları işletiyoruz. (ya da belki de tatil filandı ama bu gerzekliği yapmak için çok küçük olmamız gerekirdi diye inanmak istiyorum) Bir dönem bağımlılık haline gelmiş bu hobiden nasıl kurtulduk bilemiyorum ama sabahları yaşasın insan işletmek için yeni bir gün daha diyerek uyandığımızı hatırlarım. Neyse bu furyanın zirve yaptığı günlerden birinde, kuzenimle beraber otururken düzenli olarak işlettiğimiz bir numarayı arayı çok açmadan bir yoklayalım dedik. Bodur ellerimiz ve 3 kuruş aklımızla numarayı çevirdik ve o da nesi!!! Robot! Mekanik bir ses bize hangi numarayı çevirdiğimizi ve mesaj bırakmamız gerektiğini anlatıyor. Feci korkmuş bir vaziyette telefonu kapadık. Kimliğimizi tespit eden bir robotla karşı karşıya olduğumuzdan emindik o sırada. Çok uzun bir süre robotu aramadık.Telesekreterle hadisesiyle o ilk tanışıklığımızdan sonra, olayın gerçekten ne olduğunu anlayana kadar uzunca bir süre geçmiş olmalı. Zira anladıktan sonra hayatımızda yeni bir dönem başlamıştı, telesekreter işletmek! Galiba bu hobi, aktivite her neyse, işletme eylemine maruz kalan insanların bize taktığı isme vakıf oluncaya kadar sürdü. Biz birer telefon sapığıydık.

Hayatımızın cenazeler, doğumlar ve düğünler arasında bir koşuşturmaca haline gelmesi hali tam olarak ne zaman gerçekleşti bilemiyorum ama, zaman bolluğundan ve gamsızlıktan en anlamsız şeylerden zevk alan küçük dertsiz dünyamızdan, bu dünyaya geçiş çok enteresan oldu diye düşünüyorum halen şaşırarak. 2 doğum, bir ölüm ve bir düğün haberini aynı gün içinde almış bir insan olarak konuşuyorum.

Saturday, March 24, 2007

yanılsamalar

kahvene şeker, sütüne kahve, yoğurduna bal koyarken düşündün mü hiç o yoğurt o balı, o süt o kahveyi, o kahve o şekeri içine istiyo mu diye

Thursday, March 22, 2007

Tınaz Titiztepe'ye nooldu?

28 gün diye bi kitap tavsiye etti bi arkadaşım. Alıp okuyasım pek yok ama birinin çıkıp bu konu hakkında bi kitap yazmış olması bile içime su serpti. 28 günün neye tekabül ettiğini hala anlamamış olanlar için söyliim, bir kadının yumurtlama saykılı oluyo şekerim. Neyse, bu meselenin hayatımızı ne kadar etkilediğini farketmeyen er kişiler için son kez belirtmek istiyorum, abicim rahat bırakın biziiiiiii, özellikle 21-28. günler arasında. Eğer gün saymak gibi bi adetiniz yoksa, tez elden edinin, ve başlayın. Mutlu beraberliklerin, mutlu evliliklerin, hatta mutlu arkadaşlıkların sırrı bunda saklı. İnanın bana. Hayat bizim için sürekli kızgın kumdan buz kovasına atlamak, kovadan çıkıp, kuma yatmak kadar uçlarda yaşanıyor hafta bazında. Love it or leave it.

Saturday, March 17, 2007

hatıra şeysi










Çocukluk deyince aklıma Fame City'de kurbağa dövmek, sigara ciklet çiğnemek (hangi girişimci ruh bunu yapmış acaba?) , Rüştü Asyalı ve görünmez penguen Penguen Pertev'i seyretmek, Marco annesine kavışacak mı diye beklemek, banyoyu doldurup, Atlantis'den gelen adam olduğunu hayal etmek ve bir gün olacağına inanmak, Radyo II'de temsil dinlemek, ballı babalardan bal emmek, manyak gibi milliyet çocuk ve enid blyton okumak gibi aktiviteler geliyor. Yukarıdakiler de dönemin efsane çizgi karakterlerinden Georgie, ve kendisine aşık üvey abileri Able ve Arthur. Georgie'nin dereye düşüp boğulma ve donma tehlikesi geçirdiği, Able ve Arthur'un da çırılçıplak soyunup, baygın vaziyetteki ( ve tabii ki çıplak) Georgie'nin dönüşümlü olarak yanına yatıp, 35e filan düşmüş olan vücut ısısını normale çıkarma çalışmaları vardır ki, seyreden her çocuğun cinsellikle tanışıklığında önemli bir milestone teşkil eder. Bir de daha sonra Georgie'nin sevgilisi olacak ( bence kesin gaydi o ayrı) Lowel Grey adlı lord çocuğunun Georgie'nin degajesinden fırlayan göğüslerini görüp utanma sahnesi vardır ve tabi ki o da 80 çocukları arasında efsane olmuştur. Bu arada Lowel bence Georgie'nin alter egosu idi, yok böyle bir benzerlik... Bakıp kendiniz karar verin, gay mi, alter ego mu diye. İşte karşınızda Lowel Grey...

83 senesinde bunların TRT'de yayımlanabilmiş olması ne şaşırtıcı bir şeydir. Hayat hakikaten ne şaşırtıcı bir şeydir.

Yan tarafta yine şaşkınlıkla küçük beyinlere nasıl kardeşler arası rekabetin enjekte edildiğini görüyoruz.

Georgie gibi çizgi film bir daha asla gelmedi.




Kılobal Sıçış

Mart'ın pek kapıdan bakmadığı semi bir kışın son demlerine vardık. Hiç bitmeyecek bir bahar gibi davranan bu kafası karışmış mevsim, sanırım yerini kavrultucu bir yaza bırakacak bir-iki haftaya kadar. Nisan ayının ortalarında 30 dereceyi görmeyi hedefliyorum ben kendi adıma. Herşeyin katıksız bir düzen içinde gittiği, her türlü kaos, entropy vs tadındaki olgunun da aslında mütiş bir uyum ve nizam gösterdiği bu muhteşem sistemin de ağzına sıçmış bulunmaktayız hayırlısıyla. Evren'in bile sistematiğini yerlebir eden bir gerzek ırk olarak, başka dünyalardaki canlıdaşlarımız tarafından dehşet içinde seyrediliyor olmalıyız. Hele hele bir test case idiysek, abort edilmeye az kaldı diye düşünüyorum. Failed experiment. Daha sonra bu deneyin bir kitabını yazacak olursa kriptonlu bilim adamları, "Evrendeki anomali: Dünya", " Kal-El 'in fareleri insanlar nasıl kendilerini yok ettiler: Bir modelin yok oluşu ve alınacak dersler" gibi başlıkları kullanabilirler.

Friday, February 16, 2007

Tuesday, February 13, 2007

Komünal Şahikalar

İnternet dünyasının son trend komünitelerini dolanıyorum. Herkes öyle popüler, öyle eneteresan, öyle şahane ki....Tanberk Can....1493 friends, nerdeyse hepsi oturup bişeyler yazmışlar, "Tanberk Can, dün gece öyle süper eğlendik ki, yıkıldık, sonsuza dek dostumsun", "Tanberk Can kuzuyu unutma, Rafi'de güneşin doğuşunu seyretmek muhteşemdi. 1493 arkadaşlı Tanberk Can tabi ki, scuba, müzik, motor sporları ve snow board yapıyor. Tanberk Can Türkiye'de yaşıyorsa en sevdiği grup Depeche Mode, en sevdiği film Fight Club, Türkiye dışında yaşayan versiyonlarında bir çeşitlilik göze çarpıyor tabii ki ama onlar da haliye super cool, manyak enteresan tipler. Onların da en az 1000 er adet "friends" resimleri bulunuyor komünite sayfalarının altında, hepsi birbirinden şahane insancıklar. Böyle süper enteresan, süper aktiviteli, binbir arkadaşla dolu ve yapyaratıcı hayatlar yaşayan Tanberk Can'lar merak ediyorum sıçmaya mesela nasıl vakit ayırıyorlar? Hasetle doluyum.

Wednesday, January 31, 2007

gündem takip modülü

Bugün bütün ülkeyi derin bir hüzün kaplamıştı. Çok anlam verememekle beraber Sedat Peker'in hapse girmesiyle bir ilgisi olduğunu düşündüm. Bu karanlık günün gebe olduğu trajediyi anlamış gibi yağmur çiseliyordu hiç durmadan. Peker'in adamları Beşiktaş'daki yargıtay binasının önünü çevirmiş, mahkeme salonundan taze çıkmış inci gibi dişleriyle gülümseyen Peker'i hapse uğurluyorlardı. Türkiye onunla gurur duyuyordu, bu gurur tabii ki adamlarının kulağa şiir gibi gelen protestolarında da dile getiriliyordu. "Reis sen bizim herşeyimizsin" nidalarını, "Türkiye seninle gurur duyuyor" feryatları takip ediyordu. Türkiye bunu nasıl atlatacaktı?

Dün gece Bindirbir Gece adlı dizi de Bosna kayak merkezi gibi devasal bir projeyi kotarmaya çalışan bir avuç gencecik insanın mücadelesini seyrettik. Slobodan Miloseviç'den esinlenildiğini tahmin ettiğim Slobodan adlı bir iş ortağının müjdesini de verdiler bize. Bu iş ortağı ilerleyen bölümlerde ortaya çıkacak olursa emekliye ayrılmış Balkan asıllı futbolculardan birini kullansınlar derim. Mesela bir Simoviç'e, bir Boliç'e n'oldu acaba, neden bu tür projelerde değerlendirilmesinler, neden Türkiye'de mütemadiyen gündem olabilecekken dünyanın bir ucunda çürümeye terkedilsinler. Bu konuya değinmeden geçemedim, zira magazin programlarının daha çok celebrity'ye penetre etmesi gerektiğini düşünen bir kimseyim.

Son olarak Flash TV nedir, ne değildir konusunu irdelemek istiyorum. Hakkaten nedir ve ne değildir, lütfen bilen anlayan beri gelsin, insaniyet namına bir basın bülteni hazırlayıp dağıtsın. Bir gün radikal dinci, bir gün sol milliyetçi, başka bir gün maocu, on dakka sonra liberal muhafazakar olabilen, bütün bu baş dönderici dinamizmi kendi bünyesinde barındırabilmeyi başarmış inanılmaz bir kanal mı, yoksa korkunç başarızlığı yüzünden bir topçuk gibi elden elde, fraksiyondan fraksiyona atılan, sürekli ona buna peşkeş çekilen, don değiştirir gibi sahip değiştiren bir biçare mi? Zinhar bu soruların cevabı verilmeli!

Thursday, January 25, 2007

Hrant Dink'in ardindan

Bu ulkenin azinliklari defalarca kirilip yapistirilmaya calisilmis kirilgan kristallerdir. Ulkenin karanliginda, hosgoru aydinligi sacmaya calistilar yillar yili, kendine donerek soyutlanan/soyutlayan bir turkiye’yi dunyayla bulusturdular, yapistirdilar...Ve o kadar hoyrat davranildi ki onlara....Once ayri dinden olanlarindan yillarca vergi alindi, sonra yetmedi, evleri dukkanlari yakildi yikildi, o da yetmedi isimleri kufur oldu bir grup insanin agzinda. Her bir istikrarsizlik doneminde, hedef gosterildiler. Cogu gitti, azi kaldi geriye. Kalanlarin da oyle hos tutulmalari gerekiyordu ki oysa...

Sonra n’oldu, okudugunu anlayamayan gerizekalinin biri cikti, abuk sabuk bir dava acti Hrant Dink’e, geriye kalanlarin en kirilganlarindan birinin aleyhine...Sonra yillarca surmus olan alacakaranlik kusagindan aslinda hic cikmadigimizi gosteren bir hadise oldu, o sacma sapan davadan hukum giydi Hrant Dink...Gostere gostere hedef oldu linc zihniyetine. Hem de en sacmasindan, soylemedigi bir sey, islemedigi bir suc icin. Turklugu asagilamak gibi buram buram irkcilik kokan bir sucun faili oldu. Sucun kendisi irkci, maddenin kendisi daha da irkci.

Cuma’dan beridir, bu utancla nasil yasariz diye dusunuyorum, emanete hiyanetin en goze parmak sokan halidir bu cinayet. Bu dusuncelerle Halaskargazi’ye gittim bugun. Orda sessizce duran, hic gitmeyen, usul usul aglayan insanlari gordukce biraz olsun sevindim. Genci, yaslisi, turbanlisi, hizmalisi hepsi bir aradaydi. Bir kere daha yapistirmisti azinlik, bir araya getirmis, birbirine tolere etmeyi, beraber yasayabilmeyi hatirlatmisti. En son bir turbanliyla, kemalisti yanyana nerede gordugumu bile hatirlamiyorum...Hepsi ermeniydi Agos’un onunde beklerken, taziye defterine yazarken, ellerindeki karanfilleri birakirken merdivenlere.

Bugun “Hepimiz ermeniyiz” diyenlere, hepimiz sehitiz niye demiyorsunuz karsi kisir soylemiyle cevap veren zihniyet oyle densiz, oyle utanc verici ki ... Okudukca, gordukce umutsuzluktan aglayasim, gidesim geliyor.

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=hrant+dink+in+ayakkabisi%2F%2310493703

Thursday, January 11, 2007

kedi

kedi beslemek bir rock starla ilişki yaşamak gibi bir şey ve insan oğlunun da ne kadar manyak olduğunun bir kanıtı. kediden göreceğin iki gıdım şevkat ve sevgi kırıntısı için çekilen çile, kum yenilerken teneffüs edilen o sıvılaşmış amonyak, 6 ayda bir değiştirmek zorunda kalınan eşyalar, sürekli kırılan şeyler ve mütemadiyen bir zarar görme hali. karşılığında ise sürekli cool cool takılan, canı isterse gelip iki gıdım sürünen, bir başını kucağına koyup masum masum bakıp içini eriten kedi tripleri. kedileri hep kadınlarla özdeşleştirirler saçma bir şekilde, kediler bence egodan geberen, kendilerine aşık erkeklerin en güzel temsilcileri hayvanat dünyasında.

Monday, January 01, 2007

yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl herkese kutlu olsun

Pazartesiyle başlayan bir yıla girdik işte tralaylaylom. Dediklerine göre topraktan bu sene bereket fırlaycakmış heyecanla bekliyoruz. seneyi kapatırken son dakika golleri de oldu tabi. Her sene bir kabus gibi üstüme çöken "bir yılbaşı sofrası ne kadara maloluyor " haberleri bu sene de TVlerde boy gösterdi. Üstünde zavallı kızarmış bir hindi ve midye dolma, içli köfte vs gibi bir takım efsane klasikler bulunan bir masaya kamera yaklaştırıldı ve gayet sıkıcı sesli bir spiker sanki haber değeri varmışçasına masada bulunan bütün itemların bağırarak fiyatlarını söyledi. İnsanın yemek yemeyesi geliyor haliyle. Öyle de çirkin gözüküyorlar ki o kameranın önünde... Sonra yurdum insanı, mikrofon uzatılarak bayram mı yılbaşı mı ikilemiyle karşı karşıya bırakıldı. Tabii ki nezih halkımın büyük çoğunluğu gavur adeti olan yılbaşı kutlamasını tasvip etmediğini iletti. Kendileri hala hicri takvime göre yaşadıklarını ifade ettiler. Yılbaşı ve noel arasındaki kavram karmaşası da yine seneyi kapatmaya bir kala bolcana yaşandı. TVler Avrupa'da yılbaşı alışverişleri başlığı altında bol bol noel öncesi alışveriş manzaralarını gösterdiler. Bir de hindi hususu var tabi... Şükran gününden ödünç alınan bir hindi yeme geleneği, bu sene de noele atfedilerek, ordan da bir uzun atlamayla yine yılbaşına maledildi. Bu sene neler olup bitti programları da ilgiyle izlendi TVlerde. Benim en çok ilgimi çeken ise kesinlikle Şenay Akay'ın löpçük diye ortaya çıkan memeleri ve Bülent Ersoy'un mini eteği oldu. Orhan Pamuk ve Nobel, Saddam'ın idamı vs gibi konularsa açık arayla arkadan geldiler. Bir sene de işte eğridir ve doğrudur göllerine akarak bitti.