Thursday, September 29, 2011

Tuhafiye is back

Tuhafiye serisine uzunca bir süre ara verdiğimin farkındayım, bu tabi ki de vatan toprağında tuhaf şeyler olmuyor anlamına gelmesin. Şöyle bir 2 saniye düşününce bile tuhaflıklar çağlayanı akıyor beynimden klavyeye...

Son zamanlar zaten tuhaf zamanlar, ama içlerinden bazıları gerçekten traji-komik (böyle bir kelime var mı ki?) olabilecek seviyede. Bir kaç hafta önce arabam bozulduğunda minibüs dünyasına girme ve bu derya dünyayı inceleme fırsatı buldum. Pişman değilim, bu sayede dışardan psikopat,cani, manyak gibi sıfatlarla yaftaladığımız minibüs şöförlerinin ne kadar kırılgan, ne kadar zarif olabileceklerini, cani ve zarif arasındaki tuhaf köprüde bir oraya bir buraya koşturmaktan ruhsal olarak ne kadar yorulduklarını gözlemledim. Misal, arabaya yeni binen bir müşteriye, "iyi günner efendim" diyen şöför, aynı müşteri inerken ineceği yeri geç söylediği için "amk o....su" diyebiliyordu rahatlıkla, böylesi değişken bir ruh halinin tuhaf olduğu kadar da zor olduğunu düşünmenizi isterim. Bu yalnız insanların halet-i ruhiyelerini, herkesi her an potansiyel düşman ilan edebilme kapasitelerini anlamak için aynadan gözlerini seyretmek yeterli oluyor genelde.



Taşımacılık endüstrisi başlı başına tuhaf. Bu endüstriye dair son derece tuhaf bir hikaye bir tanıdıktan geldi bugün. Bahsi geçen tanıdık kişi (bundan sonra kendisinden TK diye bahsedelim), yol kenarında validesiyle telefondan konuşarak durmakta, bir yandan da az sonra servisle gelecek kızını beklemektedir. Böyle kozmik bir 3lü jenerasyon zinciri kurulmuş dururken, ansızın bir araba direksiyonu TK'nın üstüne doğru kırar ve panik halinde "çabuk elindeki telefonu ver" diye yarı açık camdan haykırır. TK, bütün bunların ne anlama geldiğini düşünedursun, gerçekler tez zamanda aydınlanır. Şöför TK'nın canına ya da malına kastetmemektedir. Kendisi şarjı bitmiş bir korsan taksidir, ve sadece durağı ya da müşterisini aramak istemektedir. TK telefonu verdiğinde, bu iyiliği yaptığı için kendisine şöför koltuğunun altında sakladığı lahmacun ve çiğ köfteden ikram edecektir. Telefonunu edip, ikramını da yaptıktan sonra hiçbirşeyin hayat kadar şaşırtıcı olamadığını bu vesileyle bir kez daha hatırlayan TK'yı kaldırım kenarında, kendi halinde ve suratında şaşkın bir ifade ve elinde çiğ köftelerle bırakıp akşam üstünün toz dumanında gözden kaybolur.

Mahallede kaybolan Kediş'i telsizle arayan MİT ajanları hikayesini bir sonraki tuhafiye serisine bırakıyorum. Şimdilik esenlikler diliyorum.

Tuesday, September 27, 2011

İyi ki Doğdun Aslan Baba

Önceleri ara ara uzaktan takip ettiğim bir blog olan  babaolmak.com'un daha sonraları arkadaşım olan yazarı sayesinde babamı bu aralar çok daha sık düşünür hale geldim. Bu blogda okuduğum şeyler bana öyle çok kendi babamı hatırlatır oldu ki, ister istemez geçmişe dönüp "benim babam nasıldı", bunu düşünür buldum kendimi sık sık...  Burdan yola çıkarak, babaolmak.com fikrinden de esinlenerek baba olmak benim için ne anlama geliyor onu biraz netleştireyim istedim, özellikle günümüzün taze babaları ve baba adayları için ve özellikle benim için önemli olan bu günde...

Bana göre...

-Baba olmak küçük kızının hasta Japon balığı bir gece vakti ansızın öldüğünde sabaha kadar açık akvaryumcu arayıp, aynı balığı bulup ölenin yerine koymak, sonra da balığın mucizevi bir şekilde iyileştiği müjdesini vermek için yavrunun uyanmasını beklemektir heyecanla. (geleceğin babalarına not: kız yıllar sonra kurutulmuş balık cesetini bir çekmecenin içinde bulmasa daha iyi olabilir) 1983

-Baba olmak artık kazık kadar olmuş kızının bir gün telefon açıp "otobüse binmek istemiyoruuum, gel beni Olimpos'tan aaal" demesi üzerine, "hadi ordan şımarık, az ye de uşak tut" demek yerine arabaya atlayıp 8 saat yol gidip Olimpos'a varıp, hızlı bir kahve içip, kızı da alıp tekrar yola çıkmaktır hiç dinlenmeden. 1994

-Baba olmak sırf kız "the Smiths" seviyo diye, o arabada horlayarak uyuklarken, kapkaranlık bir gece yolculuğunda içini kasvet basmış olsa bile çalan müziği değiştirmemektir. 1991

-Baba olmak kız araba kullanamayacak kadar akşamdan kalma ve uykusuz olduğu için bir telefon açıp talepte bulunduğunda bi anda bütün işini gücünü bırakıp ona şöförlük yapmak ve üstüne 4 saat trafikte kalıp gıkını bile çıkarmamaktır. Ara ara direksiyona atılan sessiz yumruklarla gerginlik atmaya çalışmaktır çaresizce. 2011

-Baba olmak sonsuz bir güven ve güç vermektir miniklikten danalığa uzanan uzun yolda, yavruya... Hep destek, tam destek politikası gütmektir, durmadan, yorulmadan.

Babamın bütün yaptıklarını her bir yazısıyla bana tekrar tekrar hatırlattığı, kendisini yaşlandığı için affetmemi ve onunla daha çok vakit geçirmemi sağladığı için burdan babaolmak.com'a sonsuz teşekkürler...

Bugün 63 yaşını dolduran canım babam, hiç yaşlanmaman gerekiyordu ama seni affediyorum, iyi ki doğmuşsun, iyi ki benim babam olmuşsun... Fırk



not: Veliler lütfen yavrularınıza Aslan Baba şarkısının sözlerini değiştirerek söyleyin. Harpte vurulan Aslan Baba ve köyden kovulan küçük aslan onulmaz yaralar açabilir ilerde dana mertebesine erişecek yavrunuzda.


Sunday, September 11, 2011

Progresif Geçmiş Sayıklamaları


Geçmişle kurulan ilişki tuhaf bişey... Tamamen yok saysan kötü, orda asılı kalsan daha da kötü. Esas olan geçmişle şimdi arasında sağlıklı bir köprü inşa etmek ve güvenli bir şekilde ara ara ziyaret etmek. Ordaki güzellikleri şimdiye taşımak, mümkünse çirkinlikleri de çürümeye bırakmak.

Geçmiş benim için bir daha hiç geri gelmeyecek hüzünlü bir şey oldu hep ve hep de öyle olacak galiba. Ama hatırladıkça içimi ısıtan şeyleri devam ettirmenin mümkün olacağını da farkettim yakın zamanda. Küçük çapta bir aydınlanma belki de. Ortalıklarda dolaşan bir "seksenlerde, doksanlarda şunları yapardık" listesi var ya, benim de geçmiş (ya da gençlik) deyince aklımda hatları çok net olmasa da bir liste oluşuyor. Bu listeye giren şey ya şeylerle alakalı hisleri şimdiye taşımak mümkün mü değil mi bilemiyorum, ama o hislere benzer hislerden çok da uzaklaşmamak gerektiğini seziyorum gittikçe. Aksi takdirde insan yaşlandıkça sığlaşıyor, odunsu bir yapıya bürünüyor.

Bahsi geçen listeye göz attığımda aklıma ilk düşenler sesi sırf klavsene benzediği için aşık olduğum sevgilim, bıkmadan biriktirilen gazete küpürleri, bazen Nejat İşler'in tezgahından bazen de Zihni'den alınan çekme kasetler, sokakta manyaklar gibi oynanan yaz akşam üstleri, arka arkaya 3 filme birden gidilen festivaller, çok değerli konserler için bazen bir gece önceden girilen bilet kuyrukları, eski ev damlarında gizlice şarap içmeler, hiç durmayan bir macera arayışı, king crimson, eloy, grateful dead dinlemek, pink floydu kesinlikle karanlıkta dinlemek, salak olmaktan korkmak, ama bayağı da salak olmak, birbirini ardına okunan kitaplar, sabahlara kadar telefonda konuşmak, anket yapmak, komik skeçler hazırlayarak şovlar yapmak... İşin aslı hayata biraz daha maruz kalmak, biraz daha keşifli bir ruh hali, sınırları zorlamak ve çok ama çok daha az korkarak yaşamak.

Tüm bunları tekrarlamak çok anlamlı olmayabilir haliyle, ama dediğim gibi en azından bu tür hisleri yaratacak yeni şeyleri keşfetmekten çok da korkmamalı insan. Geçmişi tekrar yaşayamasan da, gençlik kafasını ara ara hatırlamak iyi olur, yerinde olur. Yeni yıl gelmiş olsaydı iyi bir yeni yıl kararı olabilirdi bu.

Biraz didaktik konuştum galiba, ama bu yaşta da bu kadarı doğal olsa gerek.

Monday, September 05, 2011

Tatil Güncesi 2011-III

Tatil sonunda bitti. Her tatil gibi, biraz "artık hayatıma geri döneyim" (ne bok varsa), biraz "yaa bitiyor bi son denize gireyim" söylenmeleriyle, biraz da yeni öğrenmişlikler ve deneyimlerle donanmış olarak nihayete erdi. Tatillerin sadece yorgunluğu atma, yan gelip yatma ve bol bol dinlenmeden ibaret olduğunu düşünmüyorum. Özellikle benim gibi alışkanlıklarına bağlı insanlar için, alışkanlıklar dışında bir hayatı kurgulama, ondan zevk almaya çalışma ve bol bol gözlemleme yeri olduğuna da inanıyorum çokca. Bunların yanı sıra rutin hayatın alışılageldik uyarıcılarının dışında bir dolu yeni ve farklı uyarıcıya ev sahipliği ettiği için de beyinsel olarak aslında epey de yorucu bir zaman dilimi tatil...

Son 17-18 senedir sevgiliyle ve arkadaşlarla tatil yapan biri olarak, bu bol aileli tatil benim için değişik, çok keyifli, bir yandan serin bir deniz kadar rahatlatıcı, bir yandan da bol uyarıcılı ve yorucuydu. 

Öncelikle bizim aileyi tanımayanlar için kısa bir ön bilgi vereyim, nesiller boyu kapalı bir komünite içinde evlenilmiş olunmasından dolayı belki de, ailenin her ferdinde dehşet verici bir iddia ve rekabet DNA'sı mevcut. Bu iddiaların zaman kavramını bile zorladığını da söylemek lazım. Örnek vermek gerekirse, Gönül Yazar'ın yaşı ile ilgili iddia 20 senedir, kimin en iyi para maçı yaptığı meselesi 36 senedir, Fener-Galatasaray rekabeti ise sittin senedir devam etmekte (bu noktada ben 3-4 yaşlarındayken, halamın ve eniştemin GS-FB konusunda iki koldan tam saha yaptıkları presden ve sonunda eniştemin beni "kuzenini bir daha asla göremezsin tehtidiyle Galatasaraylı yaptığından bahsetmeden de geçmeyeyim). Bir de ezelden beri devam eden "kim en acı yiyebilir" iddiası var ki, söylenenlere göre 80'lerde babam ve eniştem hastanelik olmuşlar. Eniştem babamın yıllar içinde defalarca acıdan ağladığını ama hep yemeye devam ettiğini söyler. Yalnız sanırım eniştem bu iddiadan artık çekildi. 


Babam ve Eniştem para maçı yaparken
Bütün bu iddia ve rekabet hadiselerinin centilmenlik kuralları içinde cereyan ettiğinin sanılmasını istemem. Mevzu iddia ya da rekabet olunca her daim alay etme, küçümseme, dalga geçerek aşağılama unsurları son derece ön plandadır. Bu alay etmelere yine DNA'yla beraber doğuştan gelen bir dirençle göğüs gerilir, bazılarımızın biraz daha az dirençli olduklarını da eklemek lazım.

Bu insanlık dışı davranışlar en çok da, benim annemin genlerinden ötürü asla parçası olamadığım, kart oyunlarında ortaya çıkar. Bu oyunlarda büyük kuzen yenilmez olduğu iddiasıyla, halam çamura yatmasıyla, eniştem de kendi işine gelmeyen kartı ortaya atanları aşağılamasıyla ünlüdür. Tatilde ise bermuda üçgenlerinin girdabına zavallı küçük kuzeni de alarak, ondan da bir canavar yarattıklarına bizzat şahit oldum. Hikaye şöyle: Ergen kuzen, büyük kuzen, ve halam 3-5-8 oynamaktadırlar, ergen kuzenin kafasının ve gözlerinin %80'i facebook'ta, %20'si de oyundadır ve halamın deyişiyle "laubalilikle" oynamasına rağmen en iyi eller ona gelmekte ve halam da buna çok içerlemektedir. Kağıtları 16şar dağıtması gerekirken, kağıtlar 15 çıkınca, ergen kuzen bana kumpas yapıyorsunuz diyerek oyun masasını terkeder. İlerleyen ellerde halam diğer oyuncuların ellerine bakmak, büyük kuzen de koz değiştirmek konusunda yaptığı hamlelerle oyunu sabote ederler. Herkes birbirine hakaret eder, kavga dövüş oyun biter ve herkes birbirine küser ve ertesi akşam bu kumpanya bırakılan yerden aynen devam eder.

Bahsi geçen bu kadınların ne kadar rekabetçi olduklarını biraz daha iyi anlamak için, başka bir rekabet alanına, misal sosyal medyaya bir göz atalım. Sanırım bu noktada aşağıdaki resim yeterli olacaktır. 

         Foursquare üzerinde  ezeli rekabet
Sayemde tanıştıkları foursquare'de, yaşını burda belirtmeye iznim olmayan halam yürüyüş yaptığı yol üzerindeki her yere, vefakar bir anne olan büyük kuzenim kendi evinden 10 km ötede olan bizim eve her gece gizlice, ergenliğinden beklenmeyecek kadar hin olan küçük kuzenim ise sahte mekanlar yaratıp oraya check-in yaparak komik ve bir o kadar da tuhaf bir yarış başlattılar ki belki ben de yarışta geri kalmamak için geceleri tuvalete kalktığımda, köşedeki taksi durağına gizlice check-in etmiş olabilirim tatil boyunca... Halam yeni bir blog yazısı geldiğini öğrenince, "lütfen 3 gün öncesine kadar 1. olduğumu yazmayı ihmal etme" diye rica etti. Ricasını kırmayıp bunu da burdan ilan etmiş olayım. Tabi kendisinin mayor olduğu yerlere biz check-in edip de mayor kotasından fazla puan almayalım diye check-in etmemişliği de var, böyle de bir stratejik yaklaşım söz konusu.

Tatilimizin spor alanındaki rekabet ve iddia faaliyetlerinden en çarpıcısı, bundan yaklaşık 30 sene önce, üstünde yelkene benzer en ufak bir bez parçası olmayan kıçtan motorlu bir teknecik sahibi olan eniştem, bir ara yelken kullandığını iddia eden, ama hiç kimsenin görmediği ve inanmadığı amcam ve bir-iki yaz haspel kadar yelken ve katamaran dersleri almış olan ergen kuzenim arasında geçti. Katamaranı en iyi kendinin bildiğini düşünen bu 3 insan bir gün katamaran yapmaya çıktılar. Üstlerinde 2 gün önce üstünde güneşlenen insanların da olduğu bir sala bindirmiş olmanın ezikliği ya da utancı malesef yoktu ve hiç olmamıştı. Hala en iyi katamaranı onlar yapmaktaydılar, ve bir hocaya dahi ihtiyaçları yoktu. Bu 3 baş bilenin katamaran macerası da haliyle 3 başlı olmaya mahkumdu. Anlatılana göre flokda durana, ana yelkeni tutan talimat verir, en çok bilen  olmasına rağmen ergen kuzenin küçük diye başı ezilir, onun söylediğine eniştem hayır öyle değil böyle der, eniştemi amcam sallamaz ve bütün bu iktidar savaşı içinde alabora olması fizik kurallarına göre neredeyse imkansız olan katamaran, alabora olmaya yüz tutar... Ve işin tuhaf tarafı bu 3 kişinin 3 ü de karaya çıktığında kendinin haklı olduğundan nerdeyse emindir...

Spor alanındaki bir diğer enstantane hep beraber denize girdiğimiz esnada, beraber aheste aheste dubalara doğru yüzdüğümüzü sanarken, kafamı çıkarıp etrafa baktığımda, "yendim seni" çığlıkları duymamdı. "Lan noluyoruz" filan derken, aile efradının büyük kuzenle beni yarıştırdığını anladım. "Ne yarışı, yüzüyorduk güzel güzel" dememe kalmadı, hoop bu defa gerçek bir yarışın içinde buldum kendimi. Huzurla girilen bir "akşam üstü denizi" daha rekabetin yorucu kolları tarafından sarılmıştı birden. Yarışı kendi irademle kaybedip karaya çıktığımda halamı bana nanik yaparken, kuzenin kocasını da "işte şampiyon" diye tezahürat yaparken buldum. Hayat bazen gerçekten zor olabiliyordu tatilde.

Babamla eniştemin çıktığı uzun yürüyüş sonrası, eniştemin koşup halama babamın nefes nefese kaldığını yetiştirmesi (ki babam ısrarla kardiyo yaparken ağızdan sesli nefes aldığını söylüyor), amcamla eniştemin bitmek bilmeyen kim daha iyi park eder yarışları (ki bu arada en iyi parkeden benim ailede) ve diğer bir sürü ufak tefek iddia konusu, bizi deli, komik ama bir o kadar da eğlenceli bir insan güruhu haline soktu elbette. Bu yarışa çok dahil olmayan yengem, annem, en küçük kuzen, büyük dayı ve büyük yenge, kuzenin eşi gibi insanlar da ara ara resme girerek kah seyirci, kah şakşakçı, kah provokatör oldular.


"Yorgunluk sadece bunlardan mı" derseniz, elbette ki değil. Aile söz konusu olunca bir dolu vicdan, duygu sömürüsü, abartı sanatı, kızgınlık, kırgınlık da olmuyor değil. Herkes herkesi çekmek zorunda olduğundan, bu duygulardan bazıları yorgan altına, bazıları da tepkiyle birbirinin suratına atılıyor ve ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam edilebiliyor. Herşeye rağmen, nerdeyse ful kadro aileyle geçirdiğim bu tuhaf, renkli, eğlenceli ve yorucu tatil, kış gününde her şeyiyle vücudu saran ılık bir battaniye kadar güven ve huzur verici, yaz günü içilen buz gibi limonata kadar rahatlatıcı ve keyifliydi. Ve işte bu yüzden dönüp baktığımda diyorum ki: Yine olsa yine yaparım, yine giderim, yine o iddiaya girerim.