Wednesday, February 20, 2008

ünzile insan dölü

Aysel öldü dün. Yarım kaldık. Çöp kamyonuna otostop çeken bilgeydi kendisi hiç ferrarisi de olmamıştı hem çok şükür. Ünzileyi arayamadım korkumdan, ne söylerim, ne derim bilemedim. Bir kadeh Sevilen koydum kendime, sonra sokaktan bozacı geçti, yine ne diyeceğimi bilemedim. Mumum aleviyle oynayan kediyi düşündüm haliyle. Özdemir asafı hemen akabinde, ve tabi İlhan Berk'i. Ölenle ölünmediğini ve tabi ölmeyenle yaşanmadığını da. Ve güzel olan herşeyin bitmesi gerekmediğini ama hayatın sürekli bunu kafamıza kaktığını ve gözümüze soktuğunu ve hayatın bu başöğretmen tavırlarından ne kadar sıkıldığımı ve artık başka birşey öğrenmek veya hatırlatılmak istemediğimi. Eski fotoğraflar da çok ayıpetmişti. Hem ayselin resimleri heryerdeydi, müthiş, dişi, ve gözyaşı dolu. Bizim resimlerimiz de kaynamış araya. Allahım bu masumiyet denen şey öldürecek beni. Bu kadar mı masum olur geçen yıllar ve gençlik, bu kadar mı iç burkar, bu kadar mı geri gelmez geçen hiç bir gün hiç bir yıl, ay. Bu kadar mı tanıdık olur ölmek adını verdikleri eriyiş, bitiş, yok oluş. Oniki adet sigara içmişim farketmeden, sonra kedi geldi mumun aleviyle oynamaktan bıkmış. Kürtçe bir uzun hava dinledik beraber. Pesto soslu makarna yedik. Taksi korna çaldı aşağıda. Diyarbakırda bi çocuk evine döndü yorgun, ben yatağı açtım, bir devrimci türküsü daha unutuldu bi yerlerde, bi çocuk aşkından yatağa düştü, bi kadın evini bi yabancıya açtı, bi nene torun sevgisiyle iç çekti, bi vatan özlendi, bi seven kavuşamadı, bi hayattan bayıldı, bi hayat yarım bırakıldı, ve bi 5 milyar tanesi devam etti, ölenle ölünmedi, kalanla kalınmadı. Ayselin yokluğunda bütün şarkılar öksüz kaldı.

Saturday, February 16, 2008

örtünme halleri üzerine

Uzun süren bir aradan sonra, ülke hal ve gidişatındaki vehametin, dünya hal ve gidişatını çoktan gölgede bıraktığı bu günlere geldiğimizde, uğruna herkesin birbirini neredeyse parçaladığı, bazı kesimlerce “türban”, karşıt kesimlerce ise “başörtüsü” denilen bez parçası üstüne iki kelam etmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Çok uzun süredir bu konu üzerine bir şeyler karalamak istememe rağmen sahip olduğum/olduğumuz ara-dere bakış açısını kelimelere nasıl dökebileceğimi de bir o kadar bilemez durumdayım. Konu bu provokatif bez parçası olduğu zaman gerçekten çok karışık fikirler ve duyguların hükmettiği karmakarışık haller söz konusu oluyor. Bu karmakarışıklığı net olmaya çalışarak resmetmek ne kadar mümkün göreceğiz.

Türbanın ya da başörtüsünün ya da ismi her ne hal ise o örtünün ben de ilk uyandırdığı duygu ne yalan söyliyeyim, mide bulantısı... Hele bir de çeşitlilik, zenginlik laflarıyla yanyana getirildiğini duydukça mide bulantısı artan bir kusma hissine dönüşüyor hiç vakit kaybetmeden, çünkü bu örtünme hadisesine her ne kadar semioloji disiplinin bile şaşıracağı kadar çok sembol atfedilse de (modernite, şehirleşme, mazbutluk vs) aslında kendisinin pek konuşulmasa da açık ve seçik tek bir ifadesi var, o da cinsellik, daha doğrusu kadın cinselliğinin yok edilmesi. En azından en temelindeki motif bu. Örtünmenin bu kadar dile getirilmesinin ise eciş bücüş bir cinsellik anlayışıyla çok paralel gittiğini düşünmekteyim. Ve bu yüzdendir ki kadınların örtülerek veya başka şekillerde ezildiği toplumlarda cinsellik en sapık/sapkın/ tutsak halleriyle yaşanmakta. Örtünmek de böyle bir dünyayı adeta meşrulaştıran sembollerden biri sadece.

Hemen hemen bütün kültürlerde kadının bir seks objesi olması ve bununla bağlantılı olarak bu kültürlerin bazılarının geçmişinde bazılarının da şimdisinde seks objesi olan kadının aynı zamanda toplumsal huzuru ve verimi baltalayan, içindeki cinsellikten dolayı özünde barınan nevrotik olma, baştan çıkarma ve akıl çelme yetilerinden ötürü vahşi bir at gibi kontrol altına alınması gerekliliği kadına karşı gösterilen ayrımcılık ve tahammülsüzlüğün en belirgin sebepleridir. Bu kontrol altına alma ihtiyacının kültürüne göre değişen çok farklı tezahürleri olmuştur tarihte ve günümüzde. Batı, histeri kelimesini binküsur yıl önce bir kadın hastalığı olarak ilan etmiş, bu buluşuyla da adeta huzur bulmuştur. İlk Hipokrat tarafından ortaya atılan bu hastalık, Viktoryen İngiltere'de ve 19. yüzyıl Avrupasında bolcana itibar görmüş, kadının cinsel açlığından kaynaklandığına ve vajinadan beyne kan gitmesiyle ortaya çıktığına inanılan histeriyi tedavi etmek için bolcana kan akıtmak gerektiğine inanılmıştır ve malesef bu amaçla bol miktarda kadın kanı kanı akıtılmıştır o dönemlerde. Günümüzde de Afrika vs gibi yerlerde kadın genital organının kesilerek sünnet edilmesinin artında yatan amaç yine toplumsal huzurdur. Kadını kontrol, kadının, aklı baştan alan ve toplumsal düzeni bozan potensiyel histerisini güdümleme ihtiyacıdır.İslami kültürlerin tercih ettiği “kadını örtme” belki de bu kontrol metodları içinde en masum gözükenidir. Ama günün sonunda amaç yine aynı amaç , hedef yine aynı hedeftir.

Kadın islami paradigma içinde de sırf varoluşuyla tahrik eden, salt özel alana ait, kamusal alanda yer alması çok da uygun olmayan bir cinsellik objesidir. Bu objenin kendinden menkul en önemli özellikleri yine erkeği baştan çıkarması, toplumsal huzuru bozması, aklı çelinmeye meyilli erkeği cebren ve hile ile aklını başından alarak doğrudan yanlışa sürüklemesidir. Bütün din kitaplarının birinci paragrafı da bunu anlatır. Havva’nın Adem’i nasıl ölçüsüzlüğü, ve şehvetiyle yoldan çıkardığı hikayesi nerdese insanlığın ve kadın ayrımcılığının tarihini belirlemiştir. Kadın seksdir, seks yoldan çıkarır, yoldan çıkmamak için kadını kontrol etmek ve erkeğin kendi belirleyeceği koşullar içinde seks yapabileceği bir toplumsal düzeni kurmak gerekmektedir.

Güzide ülkemizde kanımca en şaşırtıcı olan, örtünme söz konusu olduğunda aynı fikirde olan ve olmayan bütün kesimlerin bu hadiseyi tamamen başka bir boyutta tartışmayı seçmiş olmalarıdır. Meseleyi, özgürlük ve modernizasyon ekseninde konumlandıran muhafazakarlar, ortaya bir tutam da zulüm edebiyatı serperken, yine benzer eksende tartışmayı tercih eden yazar- çizer- akdemisyen takımı (hele akademisyen olanları en enteresanı) örtünmenin altında yatan kendilerince anlamlı bir dizi sembolü okuyabildiklerini ve anlayabildiklerini iddia ederken, kendilerine Kemalist denen ve diyen, içlerinde hem Bedri Baykam kadar itici ve bu sıfatı ziyadesiyle hakkeden karakterlerin, hem de konuştuklarında gözlerinizi dolduran, kendilerine cumhuriyet kadınları adını veren emekli öğretmenler ve nur yüzlü teyzelerin de bulunduğu bir kesim de türbanın resmileşmesiyle baraber bu ülkenin Atatürk’ün yarattığı en önemli değerlerini kaybettiğini söyleyerek tartışmaya katılmaktalar. Yine akademisyen ve yazar çizerlerden oluşan ikinci grup tüm tartışmaların kesimler arası iktidar mücadelesi olduğunu ifade etmektedir aynı zamanda. Ancak bir iktidar mücadelesi varsa o da erkegin kadını daha da ikidarsızlaştırmak için yüzyıllardır verdiği mücadeledir.

Bu konu üzerinde Türkiye’de hem ekonomik hem de kültürel sınıflar arasında bile bir mutabakat sağlanamamış olması, anıtkabire eline bayrağını alıp koşan kadınlar arasında başı bağlı olanların, bezi destekleyenler arasında ise ciddi bir mürekkep yalamış entelijensiyanın olması herkesin ezberini daha da bir bozar hale getirdi. Kafamız o kadar çok karıştı ki adeta kimin ne olduğunu ve kime güveneceğimizi bilemez olduk. Tıpkı geçen gün arabasına bindiğim taksicinin “kürtler gidince bu mahalle daha iyi olacak” demesi üzerine "iyi de ben de kürdüm" dediğimde duymuş olduğu dehşet dolu şaşkınlık gibi. "Kusura bakma abla hiç benzemiyorsun" derken ki şoke olma hali, gözlerinden okunan “artık kime güveneceğimizi bilmiyoruz” metnindeki gibi bir daimi şaşkınlık hali içindeyiz türban ve etrafını saran bütün tartışma konuları söz konusu olduğunda.

Dünyada ve tarih boyunca yaşam alanı ikiye bölünmüştür. Özel ve genel (mahrem ve kamusal) alan. Toplumbilimcileri de içeren yazar çizer entelijensiyasının örtünmeyi bu kadar destekler gözükmesinin ardında yatan en önemli sebep, kadının özele erkeğin de kamusala sahip olduğu bu alan bölüşümündeki dengeyi değiştirmek ve kadının kamusalda da paydaş olabilmesi için kadını dışarı çıkaran, kadını özgürleştiren özelden kamusala atlatan bir araç olarak konumlandırmış olmalarıdır. Bu bağlamda muhafazakar kesimle birebir aynı dili konuşmaya başlarlar. Oysa ki ortada atlanılan en önemli gerçek şudur; şartlı koşullu özgürlük olmaz. Örtünerek dışarıya çıkabilmek ( kamusalda yer alabilmek) hapishaneden dışarı ancak kelepçeyle çıkabilmeye benzer.

Bugün örtünmek erkek iktidar odakları için hala malesef salt cinselliği temsil ediyor. Fakat kadınlar için örtünmek bir dini vecibe olmaktan çoktan çıkmış durumda. Kendi sosyal sınıfları içinde bir kabul edilme koşulu, bazen bir iş bulmak, bazen okula gitmek, bazen de evlenmek, hatta sevgili bulabilmek için bazense sadece yolda yürüyebilmek için bir ön koşul. Yani bir nevi özgürlük. Ön koşulun özgürlükle içiçe girip kafaları karmakarışık ettiği garip bir hadise. Akademisyenlerin okuyup anladıklarını iddia ettikleri şey de bu.

Bu konunun en kalp kırıcı tarafı ise, bir yandan da üniversite kapısından içeri girebilmek için zavallı kızcıkların içinde düştüğü o eciş bücüş eğreti haller…Ki onlar da en az örtünme esaretleri kadar iç paralayıcı. Kafalarına geçirdikleri insanın içini buran çirkinlikteki peruklar, piyasaya sırf bu amaçla sürülmüş olduğuna emin olduğum Mary Poppins şapkaları (içlerinde en hüzünlü duranı bunlardır bence) bazen de hiçbirşey takmadan girmeyi tercih ettiklerinde o yüzlerindeki çaresizlik ve ne yapacağını bilememe durumu yine ve yine kadını rencide edici bir sosyal olgu oluşturuyor. Kendi sosyal çevresinde başını örterek hayata karışabilme ön koşulu, kamusal alanda başını açma koşuluna dönüşüyor. Ve bu koşullar ve dayatmalarla dolu hayat kadının esaretini , tutsaklığını gittikçe daha da pekiştiriyor. Zamanında hangi dayatma daha güçlü beyin yıkamışsa, kendini ondan yana görüp, diğerine diş biliyor.

Hem bu yasakları çıkaranlardan hem de genç kızına örtünmenin ne güzel bir şey olduğunu usulca fısıldayarak, ona kısaca artık yaşı itibariyle potansiyel bir seks objesi olduğunu söyleyen sonra da meclislerde bunun bir kişisel özgürlük olduğunu çığıranlardan eşit şekilde tiksinme hakkım var mı bilemiyorum? Bu eşit tiksinme durumu, “şu durumda üniversitlerde örtünme yasağının kaldırılması karşısında ne gibi bir tavır almalı” sorusu karşısında bir duruş gösteremiyor ne yazık ki. Evet ben de etrafında türbanlı görmek istemeyen bir sosyal sınıfa mensubum, evet ben de türbanı yobazlık, gericilik olarak görüyorum ve evet duygularım tiksinti ve hatta biraz da korku. Ama kadının devamlı maruz kaldığı bu dayatmalar dünyasından da nefret ediyorum ( örtünme veya örtünmeme dayatması)Sanırım günün sonunda bir seçim yapmam gerekirse kadının örtünerek özgürleşmesi ve bunun devamı olan örtünme özgürlüğünün elinden alınması yalanına, örtünmeyerek üniversiteye girebilme dayatmasına kıyasla daha çok dayanamıyorum. Ve örtünme hakkının elde edilmesi mevzusunda, sırf yalan üzerine inşaa edildiği için ve bu ülkede artık malesef bir taraf olma zorunluluğu olduğu için daha çok türbana hayır diyen tarafa kayıyorum. İçim parçalansa bile…