Wednesday, April 04, 2007

quo vadis?

Artık hiç bir zaman bir Marco Polo ruhuyla seyahat edilemeyeceğini içten içe biliyordum sanırım ancak geçtiğimiz haftasonu itibariyle herşey çok daha netleşti. Turist olmak başlı başına ikinci sınıf bir durum, biraz utanç verici ama bir yandan heyecan verici. Heyecan vericiyi açmak gerekirse, heyecan duymaya güdümlü, heyecan arayan bir ruh halinden bahsediyorum tam olarak. Ve işin enteresan tarafı seni neyin heyecanlandıracağını birebir bildiğin için de, o potansiyel heyecan verecek şeyi arama hali diye özetleyebiliriz turist olmayı. Mesela ben dar sokak görmekten heyecanlanıyorum ve her gittiğim yerde dar sokak arıyorum. Dapdaracık bir sokak bulunca da sanki maden bulmuşçasına heyecanlanıyorum. Oysa süpriz faktörü sıfır bir arama halinden bahsediyoruz. Ne anlamsız. Dar sokakları olmayan bir yere gidince de, ne olursa olsun beğenemiyorum bir türlü.

Bilginin taşmış lağım gibi ortalıklarda aktığı bir dünyanın her türlü bilgiye kadir vatandaşları olarak, her bir yeni ortama, yeni duruma o yeni ortam ve durumla ilgili zaten her türlü ön bilgiyi proses etmiş ve kurgulanmış bir beklenti ve yargılama potansiyeli ile adım atıyoruz ne acı ki. Ve bu yüzdendir ki, hiçbirşey hiçbir zaman gerçekten yeni olamıyor trajik bir şekilde. Yeni bir ülke, yeni bir kültür, yeni bir hayat bile neredeyse yok. Hele bir turist için hiçbir yenilik yok. Beklentilerin karşılanması veya karşılanmaması var sadece. Beklentin dar sokak, leziz bir mutfak ve bir parça otantizm kırıntısı ise, onun bile karşılanma ihtimali %5o'nin üzerinde değil. İşin içine kırıntı kadar bile otantizm girdi mi, globalleşmenin hiç yoklamamış bir yer olması gerekliliği de beklenti algoritmasının içine giriveriyor ister istemez.

Gündelik hayat, sıradan hayat ise çok daha şaşırtıcı her nasılsa. Tıpkı Eduard Manet'in fii adlı bir tarihte yaptığı o suratlara tokat atan resim gibi. Kimse gündelik hayatın bu kadar şaşırtıcı olmasını kaldıramadığı için o dönemde Manet'i topa tutmuşlar. Gerçekten de, adamcağızdan tiksinmelerinin sebebi bu olmuş. Egzotik yerler, dini şahikalar ve soyluluktan yarılan zatları çizmemesi onu çok rezil bir ressam yapıvermiş, zamanın Hıncal'larının gözünde. Ve tabii gündelik hayatı böylesine sansasyonel bir şekilde sunması da, iki satır önce de dediğim gibi....


Ondokuzuncu yüzyılda henüz paket turlar daha popülarite kazanamadığı için ve tabii imparatorluklar arası sınırlar bayağı da bir penetre edilebilir olduğu için, seyyahat etmek aylar alsa bile çok büyük bir erdemmiş. E haliyle bir ayı yolda geçen bir seyahat sonrasında kimse 4 gün kalıp geri dönmediği için, insanlar gittikleri ülkelerde bir süreliğine de olsa oranın yerlisi gibi takılabilmişler.
Lafı daha ne kadar uzatabilirim bilemiyorum, ama sadetle iştigal edecek olursak kısaca şunu söyleyebilirim, 21. yüzyıl hayatımızın en vazgeçilmez ögelerinden Perşembe-Pazar get awaylerinden birini daha önce hiç gitmemiş olduğum bir yere yaptım, geçtiğimiz hafta, ve evet güzeldi ve keyifliydi. Ama Marco Polo'nun ki kadar keşfedilmemiş bir dünyada olmasa da, en azından 19. yüzyıl seyyahlığını yaşayabilmeyi isterdim. Bilginin bu kadar uluorta olmamasını, biraz daha şaşırabilmeyi ve bu kadar net ve set beklentilerle seyahat etmemeyi... Uzun lafın kısası, İstiklal Caddesi bugün her zaman ki gibi gündelik hayatın en harikulade detaylarıyla bezeliydi; Velhasıl seyahat etmeyi turist konjüktüründen çıkararak yeniden tanımlamak lazım.

2 comments:

breberber said...

Nasi yani? Hepsi bi ruyay miymis? butun olay istiklalde mi geciyomus? wiikend gitoteyesi nerde gelismis?
hincallar manet gundelik piknikleri cizseymis yine kizcaklarmis, nu'yu olumlulerin pikniginin arasina katinca mi olay olmus.. du bi daha bi okiyim bi.

breberber said...

Haaa şimdi anladım. çok dooru söylemişsiniz azizim. elleriniz dert görmesin. karsa gidip roman yazasınız, nobel alasınız.