Saturday, August 21, 2010

Aile Boyu Tatil-III

Geçtiğimiz günlerde aile boyu tatil yapmaya devam ettik. Ailenin 4 ferdi de kadın olunca günlerin çok da pürüzsüz geçmediğini kabul etmek lazım. Hem bizim ailenin beklenti skalasının biraz yüksekte olmasından hem de ortamdaki östrojen fazlalalığından kaynaklanan bir müşkülpesentlik bulutu içinde günler geçiyor. Plajda en iyi koltuklar, lokantadaki en iyi masa, Bodrum'daki en iyi yemekler, Türkiye'deki en iyi gün batımı gibi hedefler peşindeyiz devamlı. Kazara bir şey beklentilerin bir çıt altında ya da ortalama kalitede olursa, "iğrenç, rezalet, bok gibi" lafları havada uçuşmaya başlıyor. Biri diğerinin istediği birşeyi beğenmezse ya da istemezse de yine aynı sıfatları hatta daha ağırlarını kullanarak orayı boka batırmak suretiyle karşısındakini isteyip isteyeceğine pişman ediyor. Mütemadiyen şu tipte konuşmalar cereyan ediyor.


"denize 'hebele'den girelim mi bugün"

"Nee hebele mi, bi defa orası iğrenç bi yer, denizi çiş kokuyor, yemekler korkunç kötü, oraya gideceğime halk plajında denize girer, pideciye giderim daha iyi, zaten babanen de dönünden geçerken hiç beğenmemişti hebeleyi. " (evet bişeye bok atarken cümle içinde bir yandaş kullanmak da çok makbul)


Tatilin 3. günü mesela çok estiğini bildiğimiz bir beach'e gittik, fakat malesef deniz biraz ılık ve yemekler de normal çıktı. Akşam dönüşte herkes oranın ne kadar iğrenç bir yer, denizin sidik kıvamında, yemeklerin de berbat olduğunu söyleyerek çok rahatladı. Yine o günün akşamında Gümüşlük'te balık yiyelim dedik, ama çok da kazık olmasın diye oranın en iyisi diye bilinen Mimoza'dan vazgeçmek zorunda kaldık. Sonuç olarak deniz kenarında cici sayılabilecek bir lokantada yedik ama ordan çıkarken yine balık rezalet, mezeler ortalama ve ambiyans da vasattı bizim için. Ama yanlış anlaşılmasın lütfen biz böyle çok mutluyuz.


Ancak tabii ki de bu grupta memnuniyetsizliğin kraliçesinin babaanne olduğunu belirtmeye gerek yok. Tatilin 4. günü kaldığımız sitenin plajından denize girdikten sonra babaannemi akşam 6.30 gibi yukarı çıkardık. Hem biraz o dinlensin, hem de biz biraz "haydi kalkın artık" nidaları olmadan keyif çatalım diye...Akşam 8'de biz mojitoları devirirken, babaanem “saat 9 oldu nerde kaldınız diye” aradı. 1.5 saat evde kalmaktan çook sıkılmıştı ve ne büyük talihsizlik ki ertesi gün bütün günü evde geçirmek zorunda kalacağı bir şey başına geldi.


4. günün sabahında babaannem kalktı ve kalkar kalkmaz bir çığlık attı. Dizi davul gibi şişmiş ve ağrıyordu. “Ben bugün denize girmiycem evde kalıcam” dedi. Böyle birşey söylediğine göre durum çok kritik olmalıydı. Babaanemin dizine buz, yanına da voltereni koyarak dışarı çıktık. Denize girmeden önce eczaneye uğrayalım dedik, deyiş o deyiş. Kendimizi bir alışveriş merkezinde şuursuzca alışveriş yaparken bulduk. Babaanemin yanımızda olmamasından faydalanarak kendimizden geçercesine alışveriş yapıyorduk, arada bir “hadi gidelim geç kaldık” sesleri duyuluyor ama kimse kendini alışverişin büyülü dünyasından çıkaramıyordu. 3. saatin sonunda, bu kez de kuzen sıcaktan fenalaşınca geri döndük, biraz da denize girip eve geldik. Merdivenlerden eve doğru çıkarken birden kapı açıldı, ve “Allah'ım içime doğdurdu sizin geldiğinizi, ruhsal bunalım geçiriyorum, kendimi dışarı atacaktım tam” diyen bir babaanne kapıda bizi karşıladı. Evde yalnız kalmaktan (bir-iki saat) kafayı yemiş ve “Allah bana acıdı, Allah beni iyileştirdi” gibi abartılı ruhani cümlelerle dizin artık ağrımadığını bize bildirdi. Fakat diz hala oldukça şişti, bu sebeple evde kalmasının daha iyi olacağını ima ettiğimiz saniyede babanem çoktan içeri gitmiş ve üstüne akşam yemeği kıyafetlerini geçirmişti bile. Hayatımda hiç onu bu kadar hızlı hazırlanırken görmediğimi söyleyebilirim.

Babaannem o akşam gittiğimiz hoş ve şık lokantayı yemekleri berbat bularak, menüde de köfte ve şehriye çorbası olmamasından dolayı ağır sözlerle eleştirdi. O kadar vasat bir lokantaymış ki, yemeklerden midesi bulanmış. O bunları söylerken hepimiz dünyaya kimden geldiğimizi hatırladık.

No comments: